“Gösteri, tüketimin toplumsal hayatı tamamen işgal etmeyi başardığı andır. Burada, istismar, psikolojik bir seviyeye yükseltilmiştir. Temel fiziksel ihtiyaç, suni ihtiyaçların ‘zenginleştirilmiş ihtiyacı’ tarafından arttırılmıştır; yabancılaşma genelleştirilmiştir, rahatlatılmıştır ve yabancılaşmış tüketim ‘yabancılaşmış üretimin görevini bütünleyici’ hale gelmiştir.”
Douglas Kellner, “Medya Gösterisi
Teori kendini pratikten doğurur. Bunun kanıtını izleyeceğiz “Ölüme Koşan Adam”da.
Hasta çocuğuna ilaç alabilmek için, hatalarını yüzlerine vurduğu şirketten yeniden iş istediği için kovulan adam, son çare olarak sonu ölümle biten bir yarışma programına başvurur. Öyle bir programdır ki, dünyanın her yerine kaçabilir ama teknolojinin de nimetlerini kullanan “avcı”lar, buldukları yerde öldürürler, yeter ki canlı yayın olsun. Baştan sona heyecan ve merakla sürükleyiciliğini hiç kaybetmeyen “Ölüme Koşan Adam”, gerçekten de soluk aldırmıyor insana.
Sidney Pollack’ın unutulmaz filmi “Atları da Vururlar” gibi bir yanıyla acı, bir yanıyla macera, bir yanıyla da ekonomik durum eleştirisi “Ölüme Koşan Adam” da. Her şey reyting için. Ne etik var ne insan hakkı ne de adalet… Reyting varsa hepsi bir tarafa. Öyle ya, onur, adalet, hukuk, insan hakkı karın doyurmuyor, hasta çocuğa ilaç olmuyor ki!
Filmin izleyeni çok olacaktır. Gişesi çok olsun, ama hatasını söylemezsek, yanlış yönlendirdiğini dile getirmezsek ne anlamı kalır, eleştirmenliğimizin.
Sıkı bir senaryo, iyi kotarılmış bir film, sürükleyici bir tempo, yüksek adrenalin ama verdiği: toplumsal çözümsüzlük. Belki tek başına kazanabilir “Ölüme Koşan Adam” ama toplumsal olarak çözüm göstermiyor da aksine bireysel sıyrılışı tercih etmemizi istiyorsa, ne muhalif bir filmdir ne de “devrimci”. Filmin basın gösteriminden çıkışta, bir arkadaşım “gerçek bir devrimci film” dedi de şaşırdım. Sığ bir bakışla haklıydı, televizyon kanalının tüm yalanları gösteriliyor ve başrol karakteri bu yalanlarla mücadele ediyordu. Evet, bir ay süren çok zorlu bir serüvenin sonunda çok para kazanabilirsiniz… Siz kurtulsanız bile eşiniz, dostunuz, arkadaşınız, komşunuz, iş arkadaşınız hâlâ ekonomik batağın dibinde. Tam da onun için Brecht’in, ünlü “kurtulmak yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” dizesi yol gösterici slogandır bize…
Filmde üç kişi “koşan adam” olarak seçilir… Biri birkaç gün içinde öldürülür (tabii ki, öldürülmelidir, yakalanmadan geçen her gün program yapımcısı ya da televizyon kanalı ona/varisine para ödeyecektir artarak). Diğeri belki biraz daha şanslıdır, ölmesiyle ölmemesi arasında kendince hiçbir fark yoktur zaten. Filmin asıl kahramanı, yani çocuğunun ilacını alabilmek için bu yarışmaya (kobay mı demek gerekir) katılan “koşan adam” Richard, sonuna kadar direnmeye kararlıdır.
Filmin başından beri yalanlar da birbiri ardına kolayca söylenir. Hasta çocuğunu bırakıp keyif için programa katıldığından tutun da eşinin fahişelik yaptığına (çileden çıkartır insanı, kuşkusuz, bu iddia) kadar, görüntülü mesajların saptırılmasından olanların izleyici tarafından özellikle yanlış anlaşılmasına kadar her türlü hile sergilenir. Beyazcama bağımlı olan, ekrandan söylenen her sözün doğru olduğunu baştan kabul eden halk yığınları galeyana gelmek için hazırdır zaten. “Koşan Adam” ne kadar itiraz ederse etsin, ne kadar öfkelenirse öfkelensin yalanları susturamaz, televizyonda izleyenler de ona karşı bilenir.
Bakış açısı belirleyici…
Neyse, izleyeceksiniz zaten. Televizyon kanallarının aslında, sadece filmde değil, ülkemiz de dâhil her yerde, her zaman yalancı olduğunu kabul etmeliyiz. Belgeseller de içlerinde her film, her program, her çekim yapımcının, yönetmenin bakışıyla doğru orantılıdır. En küçük örneği, hemen bir kanalı açın ve izleyin, muhalifse sadece itiraz edenleri izlersiniz; iktidar yanlısıysa herkes ağız birliği etmişçesine ekonomik, sosyal, siyasal, ekolojik, kültürel gelişmelerle çok iyi yaşadığımızı iddia eder. Sinemacıların televizyon programlarını (hatta filmlerini bile) sanat olarak görmemelerinin temelinde yatan da bu tarafgirliğidir.
Bilmemiz gereken tek şey; bu yalanları aşabilmek için (filmde olduğu gibi sağlık sorunu da olsa, barınma, beslenme, toprakların ve madenlerin yağmalanması da olsa) birlik olmak, örgütlü güç olarak mücadele etmektir. Bireysel çıkışlar, kazandırsa bile, yetmez, bir süre sonra her şey eskisine döner. Filmi izleyince fabrikalarda, işyerlerinde hatta okullarda bile örgütlenmelerin istenmediğini apaçık görebilirsiniz. Örgütlü olunursa patronlar (burada, sadece televizyon sahipleri değil, tüm egemenleri kastediyorum) artık insanları ezemez, sömüremez, buna da bağlı olarak kimse de ölümüne programlara katılmaz.
21 Kasım’dan başlayarak gösterimde…