Yoksulluk artınca devlet plan yapmaz. Halkına “nasıl ölmesi gerektiğini” öğretir.
Thomas Malthus 1798’de şöyle yazmıştı:
Nüfus geometrik, gıda üretimi aritmetik artar.
Yani, insanlar çoğaldıkça gıda yetmeyecek, doğa bu dengesizliği savaşla, kıtlıkla, hastalıkla “düzenleyecekti.” Bu teori, o günün İngiliz aristokrasisinin yüreğine su serpti:“Fakir çoksa, bu onların suçu. Doğurganlıklarına sahip çıkamamışlar.” Bugün ise Türkiye’de Malthus’un fikirleri yeniden dirildi. Ama bu kez smokin giymiş uzmanların, ekran yüzü teknokratların ve sosyal medya vaizlerinin ağzında…
Kılık değiştirdiler, “kravatlı yoksulluk vaazı” oldular.
Biri çıkıp mercimeğin protein değerinden bahsediyor, bir başkası haftada bir duşla iklim krizini çözeceğimizi iddia ediyor,bir diğeri çocuk yapmayın diyor, çünkü “dünya zaten kalabalıkmış.”
Ama hiçbiri şunu söylemiyor:
“Bu ülkenin tarımını neden küresel şirketlere sattık?”
“Kamusal hizmetleri, barınmayı, suyu neden bir avuç zengine devrettik?”
“Vergi affı neden hep holdinglere çıkar, ekmek zammı neden hep halka yansır?”
Bu ülkenin yerli Malthusçuları, IMF raporlarıyla besleniyor.Saray mutfaklarından “tasarruf önerileri” yapıyor. Ağızlarında aynı cümleler dönüp duruyor:
“Yoksulluk doğal.”
“İşsizlik kader.”
“Biraz da halk fedakârlık etsin.”
Ama biz biliyoruz: Yoksulluk doğal değil. Bu topraklarda yoksulluk, tıpkı beton gibi döküldü. Mühendisliği yapıldı, planları çizildi. Tıpkı AVM’ler gibi inşa edildi ve şimdi bu yoksulluğun sürdürülebilirliği, bir devlet politikası olarak yönetiliyor.
Bugün bizden istenen “sorumlu vatandaşlık”, aslında sessiz bir teslimiyet. Yani çöküşün yükünü paylaşmak ama sadece aşağıdakiler arasında çünkü bu ülkede küçülen halk değil, halkın sofrası.
Fakirleşen halk değil, halkın hakkı.
Enerjiye, internete, ete, suya ulaşmak artık bir lüks.
Birileri için termik santral, birileri için soba dumanı.
Birileri için havuzlu villa, birileri için tankerle gelen içme suyu.
Tam da burada devreye giriyor o eski numara: Ne zaman bu düzeni sorgulasan, ne zaman kaynakların adil paylaşımını savunsan, aynı cümleyle susturulmak istenirsin:
“Sosyalizm güzel ama hayal.”
Sanki bu halk için insanca yaşamak, doyasıya gülmek, eşit yaş almak masalmış gibi. Asıl masal; bu düzenin “biraz tasarrufla”, “biraz sabırla” düzeleceği yalanıdır. Asıl ütopya, bu sistemin sürdürülebilir olduğu inancıdır. Gerçekdışı olan; bir çocuğun doğduğu semte göre kaderinin çizilmesi değil midir?
“Ütopya” dedikleri, bu halkın kendi toprağında insanca yaşamasıdır çünkü bu düzende gerçek olan tek şey sefaletin plânı. Hayal olan tek şey, halkın susarak yaşaması.
Biz bu reçeteyi yırtıp atıyoruz.
Çünkü bu reçetede ilaç yok, sadece sus payı var.
Çünkü biz biliyoruz ki kurtuluş, kaynakların kıtlığına razı olmakta değil, adil paylaşımda.
Sosyalizm, nüfusu suçlamaz. Sosyalizm, üretimi ve tüketimi halk için örgütler. Öyleyse biz ne yapacağız? Mercimek tarifleriyle değil, dayanışma sofralarıyla direneceğiz.Sofralarımızı büyüteceğiz. Biri et yediği için değil, herkes yiyebildiği için bayram edeceğiz ve en önemlisi: Bize “az yaşa, az ye, sus” diyenlere karşı birlikte, yüksek sesle ve ısrarla söyleyeceğiz:
“Halkın hayatı fazla değil. Birilerinin serveti fazla.”