KÜLTÜR-SANAT

Bizi birleştiren yaslar ve sofralar

Elif Çelebi Bianet'e yazdı: Körfez Savaşı’nda başlayan televizyon başındaki çaresizlik, ne yazık ki bugün İran’da yaşananlarla, Gazze’de bombalanan evlerle sürüyor. Çocuklar büyüyor, savaşlar değişiyor ama yas hep aynı kalıyor

Ninelerimiz, büyükannelerimiz, annelerimiz ve kırklı yaşlardaki bizlere gelen kadar hepimizin şahit olduğu bir savaş vardır. Sabah karşı uyanıp 90’lı yıllarda yaşanan Körfez savaşını, babamın cenazesi için Tarsus’tan gelen akrabalarımızla birlikte TV’den naklen izlediğimiz anı unutamıyorum. Yaslar birbirine karışmıştı.

Şimdi de çocuklarımız… Bir savaşın televizyondan izlenmesinin tuhaflığını tüm yaşamım boyunca üstümden atamamışken, neredeyse aynı yaşlardaki çocuklarımız benzer sahnelere maruz kalıyor. Devam eden çatışmalar, içinden geçtiğimiz çaresizlik, ekranlara yansıyan ölümler… Körfez Savaşı’nda başlayan televizyon başındaki çaresizlik, ne yazık ki bugün İran’da yaşananlarla, Gazze’de bombalanan evlerle sürüyor. Çocuklar büyüyor, savaşlar değişiyor ama yas hep aynı kalıyor.

O zamanki aklımla savaşın ne büyük bir acı olduğunu anlamıştım. Şimdi ise yaşananlara sosyal medyanın dejenerasyonunun eklenmesiyle tam olarak ne hissediliyor kestiremiyorum. Tek yapabildiğim kültürlere, dayanışmaya ve sofralara tutunmak.

Yas, dayanışma ve sofra

Yas, yalnızca bir kişinin kaybı değil artık. Toplum olarak kaybediyoruz. Güven duygusu, insana olan inanç, geleceğe dair beklentilerimiz... Hepsi yok oluyor. Yine de yas bizi birbirimize yakınlaştırıyor olabilir mi? Düşünsenize, bu coğrafyada en kalabalık olunan anlar düğünler ve cenazeler... Her ikisinde de sofra kurulur, yemekler paylaşılır. Sofralar hem yas tutma biçimimiz hem de hayata tutunma şeklimiz aslında.

Türkiye’nin turizm reklamlarında sıkça yer alan ve gururla haykırılan “misafirperverlik” Anadolu topraklarının kadim kültürü. Bizi ayakta tutan da bu kucaklama ve dayanışma hali değil mi zaten?

Hayatımızı yas üzerinden takvimlendirdiğimiz, kutlamaların yerini anmaların aldığı bu coğrafyada acı ve göç bitmiyor. Suriye savaşından sonra ülkeye sığınanların kaç yıldır burada olduklarını oğlumun yaşıyla hesap ediyorum. İran’dan kaçmak zorunda bırakılanları artık onlarla birlikte karşılayacağız. Tıpkı Ukrayna’dan ayrılmak zorunda kalanlara yaptığımız gibi…

Savaşın kazananı hiçbir zaman olmuyor. Kim için, ne uğruna ve hangi topraklarda olursa olsun savaş her zaman kaybettiriyor. Bu zor günlerde ne yapacağını, ne düşünüp, kimin yanında olacağını bilemeyenler için tek söyleyebileceğim barıştan yana olmaya devam etmek ve şartlar elverdiğince sofralarımızı paylaşmak.

İşte tam da bu noktada, iki filmden söz etmek istiyorum. Biri Amerika’daki İtalyan mahallesinde, diğeri ise İngiliz varoşlarında geçen bu senaryolar çok tanıdık. Her ikisinin de merkezinde bir sofra var. Annesinin yasını tutan bir adamın “büyükanneler”le kurduğu restoranla, savaşın yurdundan kopardığı bir kadının, bir İngiliz pub’ında yeniden hayata tutunmasının ortak mayası ise kadınların iyileştirici ve birleştirici gücü.

İyileştirici kadınlar ve lezzetli eller

Nonnas filminde, annesini kaybeden Joe’nun New York’un Staten Island’ında kurduğu restoran, sadece bir yas mekânı değil aynı zamanda bir dayanışma alanı. Bu restoranın mutfağında yalnızca makarna değil, geçmişin iyileştirici anıları da pişiyor. Joe, mahallesindeki İtalyan büyükanneleri (Nonnaları) bir araya getirerek onları mutfağın şefleri yapıyor. Her birinin yaşanmışlıkları, acıları ve yasları tatlara karışıyor. Her yemek, bir hafıza çalışmasına dönüşüyor.

Bu filmde yemek, yalnızca karın doyurmuyor. Aynı zamanda özlemle baş etmenin, kültürle birlikte kolektif belleği canlı tutmanın ve kayıplarla barışmanın bir yolu haline geliyor. Yası dayanışmaya dönüştürmek bizler için de çok tanıdık bir duygu değil mi?

The Old Oak ise çok daha yakın bir hikâye. Suriyeli mültecilerin geldiği bir İngiliz köyü, göçle yüzleşirken olaylar yalnızca iki kültürün çatışmasını değil, aynı zamanda yoksulluğun, öfkenin ve geçmiş travmaların iç içe geçmesini anlatıyor. Ken Loach, her zamanki gibi sessizlerin sesi oluyor. Bu filmdeki sofra bir pub’da kuruluyor. Kapatılmak üzere olan bu eski bar, eski madenci köylüleriyle yeni mülteci sakinleri yine bir yasla bir araya getiriyor.

Filmde, Suriyeli Yara ile İngiliz TJ’in kurduğu dostluk sanılandan çok daha fazlasını vaat ediyor. Yasla gelen sessizlik, birlikte hazırlanan sofra ile dönüşüyor. Aynı masada oturmak duvarları yıkıyor, önyargıları hafifletiyor. Bize düşen ise sadece izlemek ve sofraya bir tabak daha koymak oluyor.

Bugün Gazze’de, İran’da ve belki adını bile duymadığımız yerlerde insanlar yok oluyor, göç yollarında tanımadıkları kültürlere savruluyorlar. Gittikleri yerde sıcak bir çorbayla, yüzlerinde bir gülümsemeyle, “Buyur beraber olsun” diyenlerin çağırdıkları sofralarda neden hayat yeniden inşa edilmesin ki?

Tıpkı büyükannelerimizin "çorba kaynattım gelin" diye çağırması ya da düğün ve cenazelerde “bir tabak daha koyun” denmesi gibi…

Gerçek yaşam öykülerine dayanan her iki film de bize, acımızla yola devam etmenin yollarını gösteriyor. Sofralarımızı paylaşmanın sadece aynı yemek masasında oturmak olmadığını, bir tür dayanışma zemini oluşturduğunu hatırlatıyor. Çünkü bizi birleştiren, sadece yaslarımız değil, acılardan çıkan dayanışmalar ve o dayanışmalarla kurduğumuz sofralardır.

*NONNAS (Büyükanneler Restoranı) (2025)

Yönetmen Stephen Chbosky, Senarist Liz Maccie, Oyuncular Vince Vaughn, Lorraine Bracco, Talia Shire

Filmin gerçek hayattaki yansıması olan Joe Scaravella’nın kurduğu restoran, New York Staten Island’da halen faaliyet gösteriyor ve restoranın mutfağında farklı ülkelerden büyükanneler de yemek pişiriyor.

**THE OLD OAK (Umudunu Kaybetme) (2023)

Yönetmen Ken Loach, Senarist Paul Laverty, Oyuncular Dave Turner, Ebla Mari, Col Tait

Usta yönetmen Ken Loach’un veda filmi olarak anılan film, Loach’un senarist dostu Paul Laverty ile birlikte yıllardır sürdürdüğü sosyal adalet merkezli sinema anlayışının son halkası. Loach-Laverty ikilisinin yarattığı üçlemenin ilk iki filmi ise şöyle: “I, Daniel Blake” ve “Sorry, We Missed You”