Tufan Taştan’ın Sen Ben Lenin filmi, yüzeyde basit gibi görünen bir “heykel hırsızlığı” öyküsünün ardında, Türkiye’nin politik reflekslerini, taşra gerçekliğini ve devlet aklının absürt işleyişini mercek altına alan çok katmanlı bir film. Film, sahil kasabasına vuran Lenin heykelinin bir anda “kurtuluş umuduna” dönüşmesinden, sonrasında aynı hızla politik bir krizin merkezine oturmasına kadar uzanan sert ve ironik bir yolculuk sunuyor izleyiciye.
Umudun Heykele Yansıdığı Kasaba
Filmin açılışı, ekonomik sıkışmışlık ve çaresizlikle boğuşan küçük bir kasabanın ruh hâlini belirgin şekilde ortaya koyuyor. Kasaba halkının tek umudu turizm; fakat kasabanın yorgun atmosferi ve çözümsüzlüğü, bu umudu sürekli ertelemekte. Tam da bu dönemde dalgaların kıyıya sürüklediği Lenin heykeli, kasaba için adeta gökten düşmüş bir nimet haline geliyor.
Belediyenin heykeli meydana dikmesi, halkın bu heykeli bir “kalkınma projesi” olarak benimsemesi ve bu sahil kasabasının bir anda ülke gündemine oturması; filmde mizahın başladığı eşik olarak karşımıza çıkıyor. Taştan, Türkiye’de sembollerin nasıl hızla politik bir enerjiye dönüştüğünü, bir heykelin bile ekonomik umuda veya siyasal paranoyaya dönüşebileceğini büyük bir ironiyle anlatıyor.
Büyük Açılış ve Büyük Kayboluş
Film, heykelin gösterişli bir törenle Başbakan ve Rus heyeti eşliğinde açılmaya hazırlanmasıyla birlikte politik hicvin dozunu artırıyor. Devlet protokolünün abartılı ciddiyeti, kasabanın amatör coşkusuyla birleşince ortaya hem tanıdık hem de komik bir tablo çıkıyor. Ancak tam bu sırada heykelin çalınması, olay örgüsünü kara mizahın merkezine taşıyor.
Heykelin kaybolması sadece bir hırsızlık değil; kasaba için umudun kaybolması anlamına gelirken, devlet için ise prestijinin tehlikeye düşmesi anlamına geliyor. Bu ikili gerilim, filmin bütün enerjisini belirliyor.
Komiserler Erol ve Ufuk: Bürokrasi ile Absürdün Kesişimi
Ankara’dan özel olarak görevlendirilen tecrübeli komiser Erol ve genç komiser Ufuk’un kasabaya gelişiyle film, polisiye türünün içinde gezinen ironik bir karakter incelemesine dönüşüyor. Komiserlerin heykeli bulmak için sadece on iki saatlerinin olması ise, devlet mekanizmasının aciliyet takıntısını ve yönetememe hâlini mizahi bir sertlikle gözler önüne seriyor.
Erol’un tecrübesi ile Ufuk’un idealizmi arasındaki uyumsuzluk, Türkiye’de kolluk kuvvetlerinin iç dinamiklerini ince bir mizahla eleştiriyor. İkili heykelin izini sürmeye başladıkça, kasabanın bastırılmış geçmişi, unutulmuş hikâyeleri ve herkesin saklamaya çalıştığı sırlar bir bir ortaya dökülüyor. Heykelin kaybolması, kasabanın kolektif hafızasında yıllardır üzeri itinayla örtülmüş çatlakları da görünür hale getiriyor.
Heykel Bir Nesne Değil, Bir Ayna
Tufan Taştan, elindeki malzemeyi sadece bir polisiye ya da taşra komedisi olarak ele almıyor. Lenin heykeli, film boyunca giderek bir simgeden çok bir aynaya dönüşüyor. Bu ayna:
• Kasabanın ekonomik açmazlarını,
• Devletin politik hassasiyetlerini,
• Toplumun sembollerle kurduğu gerilimli ilişkiyi,
• Ve herkesin birbirine söyleyemediği geçmiş yüklerini de
Yansıtıyor.
Heykelin kasabaya gelişi umut yaratırken, çalınması da bu umudun ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Taştan, Türkiye’de hiçbir şeyin neden sabit kalamadığını ve her umudun nasıl hızla bir krize dönüşebileceğini bu metafor üzerinden ustalıkla anlatıyor.
Estetik Yaklaşım: Absürtle Gerçeğin Arasında Bir Dil
Film, absürt ve gerçekçi tonlar arasında bilinçli bir gelgit yaratıyor. Görüntüler kasabanın sisli, zamanın donduğu atmosferini taşırken; oyunculuklar doğal fakat ironinin tam ortasına yerleşen ölçülü bir abartıyla ilerliyor. Bu estetik seçim, taşranın içten ama kaotik ruhunu hem mizahi hem de melankolik bir şekilde görünür kılıyor.
Taştan, Türkiye’de sık rastlanmayan bir mizah biçimi olan “kara mizah + politik absürd” dengesini son derece başarılı bir şekilde kuruyor. Film, ne tamamen güldüren bir komedi ne de sadece eleştirel bir politik film; ikisi arasında salınan özgün bir tona sahip.
Sonuç: Bir Heykeli Ararken Kendini Arayan Bir Ülke
Sen Ben Lenin, bir Lenin heykelinin kaybolmasını merkeze alarak Türkiye’nin politik kültürünü, taşra psikolojisini ve devlet reflekslerini ince bir mizahla ele alan güçlü bir ilk film. Tufan Taştan, hem polisiye hem kara mizah hem de politik hicvi bir araya getirerek çok katmanlı bir anlatı sunuyor izleyiciye.
Film aslında şu cümleyle ülkenin geçmişten günümüze gelen psikolojik durumunu da özetliyor;
Bir heykelin kaybolması bazen sadece bir hırsızlık değil; bir toplumun kendisiyle yüzleşme fırsatıdır.
Taştan’ın anlattığı kasaba, aslında hepimizin yaşadığı ülkenin küçük bir versiyonu. Heykele yüklenen anlamlar da, onun kaybolmasının yarattığı panik de, heykeli ararken açığa çıkan sırlar da Türkiye’nin absürt ama çok gerçek bir panoramasını sunuyor bizlere.