Memleket gündemi her hafta değişiyor, kendimizi sürekli yeni bir tartışmanın içinde buluyoruz. Son mevzu, müzik. Bugün sonlandırdığımız haftanın başında yapılan açıklamada sokağa çıkma yasaklarının 1 Temmuz itibariyle kaldırıldığı söylendi ama “pandemi tedbiri” olarak alınan müzik çalma yasağının gece yarısından sonra süreceği söylendi. Her yer açılmışken, neredeyse normalleşmeye geçilmişken bu yasağın sürüyor oluşu, işin bambaşka bir boyutta ele alındığının göstergesi. Açıklamada cümlenin hemen başına iliştirilen "Kimse kusura bakmasın...” ifadesi, bunun kanıtı.  

Müzik yasaklanamaz bir şey. Bunu söylemeye bile gerek yok. Ne olursa olsun notalar, şarkılar yolunu bulur. Yasağı anlamak mümkün değil. Yine de anlamlandırmaya çalışalım… İki şey üzerinden ilerleyebiliriz: “İnsanlar müzikli ortamlarda yan yana geliyor ve bu virüsün yayılmasını sağlıyor” savı, bunlardan biri. Tedbirler kapsamında olduğu sürece yan yana gelmekte ya da aynı mekânda bulunmakta bir sakınca yok. Kaldı ki bunu engelleyen bir şey de yok. Aynı mekânda müzik çalındığında ne değişiyor, bunu da bilmiyoruz. Pandemi çerçevesinden baktığımızda, bunu engelleyen bir durum yok. Peki neden müzik yasak?

İkinci ihtimal “gürültü oluyor” düşüncesi -ki bunun önlemi zaten yıllardır alınmış durumda. Desibeli ayarladığınız taktirde kimsenin müzikten rahatsız olmayacağı aşikar. Kaldı ki müziğe “gürültü” demek de tuhaf. Birilerini rahatsız ediyor, doğru ama onlar gürültülüden değil bizzat şarkılardan rahatsız oluyorlar. Bunun için yüksek ses değil de müzik yasaklanıyor.

Ansiklopedilere bakarsanız, "gürültü"nün iki tarifi var: Ses kirliliği ve istenmeyen ses. İkisi farklı şeyler. Ses kirliliği dediğimiz, şehir hayatında sıklıkla rastladığımız durum. Klakson sesinden bağırışa uzanan bir yelpazede her gün karşımıza çıkanlar, bu kapsamda değerlendirilebilir. Son yıllarda buna inşaat sesi eklendi -ki şu anda şehirlerin en büyük sorunu bu. Müzik, bunların arasında bize nefes imkanı sağlıyor ve hatta kimilerimiz, bundan kaçmak için kulaklığını takarak müziğe sığınıyor, gürültüyü şarkılarla engelliyor. Bunun kulaklıksız versiyonu da var: İnşaat gürültüsünü yüksek sesle dinlediğiniz şarkıyla engellemeye kalktığınızda iki ses karışıyor, çevreden gelen diğer sesleri de içine alarak bu bir kakofoniye dönüşüyor. Müzik, bir anda, ister istemez gürültünün bir parçası hâline geliyor. Ancak yasağın sebebi belli ki bu değil.

Gürültü kavramı üzerinden ilerleyeyim… Elimizde bununla ilgili şahane bir kitap var. David Hendy’nin yazdığı, Çiğdem Çıdamlı tarafından Türkçeye kazandırılan “Gürültü: Sesin Beşeri Tarihi / Noise: A Human History of Sound and Listening” (Kolektif Kitap, 2013). Yazar, kitabına “Kakofoniden nefret etmemiz beklenir...” cümlesiyle başlıyor ve tarihöncesinin “ses izleri”nden bugüne gürültünün tarihini önümüze koyuyor. Kitap, “davulların sesi”nden “amplifikasyon çağı”na uzanıyor. Hendy, lafa, British Library ses arşivinde bulduğu bir kayıttan söz ederek giriyor. 1921'de Kaptan Robert Sutherland Rattay tarafından Gana'da “balmumu silindirle yapılmış cızırtılı bir kayıt” bu. Kaptan, bu silindire, yolunu düşürdüğü Afrika'da karşısına çıkan ve ilginç bulduğu bir “gürültü”yü kaydetmiş: Ağaç gövdesinden yapılan ve iki ahşap çubukla çalınan “konuşan davullar”dan biri… Bu, aslında Ashanti halkının sesi. Davullar, bir iletişim yöntemi. Sesin tınısı ve çalınışı, içerdiği mesajı karşı tarafa kısa yoldan ulaştırıyor ama çevredekilerin bundan rahatsız olması muhtemel. Yazar, “gürültü” tanımını tam da buradan başlatıyor. Bu sesler, savaş çağrılarından güne vedalara, hayvan kaçırmadan yağmur duasına uzanan kimi ritüellerin kaçınılmaz uzantısı ama bir yandan, kişiselleştirilebiliyor da. Hendy, bunu, bugünün telefon mesajlarına benzetiyor ve çoğaldıkça gürültünün arttığını söylüyor. Bu kadarla kalmıyor, gürültünün izini sürerken Minnesota'nın kuzey ormanlarındaki yaban hayatından Britanya'daki egzotik Orkney Adaları'ndaki ayinlere uzanıyor ve şamanların sesle ilişkisini incelediği bölümle ilkçağdan sıyrılıyor. Buraya kadar olan bölüm, içinde bulunduğumuz gündemden bağımsız ama “Hitabet Çağı" başlıklı ikinci bölüm, tam da bu gündemle alakalı.

David Hendy, bu bölümde, insan sesinin nasıl gürültüye dönüşebileceğini ve kitleler üzerinde sesle nasıl baskı kurulabileceğini anlatıyor. Bunu yaparken Antik Yunan'daki epik öyküler (yani İlyada ve Odesa destanları) üzerinden tiyatrolara uzanıyor, sesin işlevini irdeliyor ve hitabet faslına geliyor. Son kertede Obama'nın seçimleri kazandığı gece yaptığı konuşmayı da mercek altına alıyor. Bu, okuyana, malum balkon konuşmalarını hatırlatıyor -ki çevredekilerin bir kısmı için yüksek sesle yapılan bu konuşmalar “istenmeyen ses” sınıfına girdiği için gürültü tanımıyla uyuşuyor.

Peki müzik gürültü müdür? Elbette hayır. Müzik gürültülü bir şekilde icra edilebilir mi? Evet. Kimi bunu sever, kimi sevmez. Sevenler konsere gider, sevmeyen gitmez. Seven sevmeyeni rahatsız etmez ya da tam tersi… Konser salonu ya da konserin yapıldığı alan çevresinde bunu sevmeyenler olabileceği varsayımından yola çıkılarak kimi önlemler alınır. Bu, gürültüyü engeller ama önlem almadan doğrudan müziği yasaklamak, az önce de söylediğim gibi, işi başka bir boyuta taşıyor. Karşı çıktığımız, tam da bu.

Son bir buçuk yılda, pandemi bahane edilerek çok şey yasaklandı. Müzik, başta geliyor. Bu yüzden müzisyenler zor durumda. Konserler ufak ufak başladı ama onlar da gece yarısından önce bitmek zorunda. Bu mânâsız yasak, şehirden uzak bir açık alanda bile müzik çalamayacağımız, dinleyemeyeceğimiz anlamına geliyor. Dahası, oturmaya devam ettiğimiz bir mekân, gece yarısından sonra müziği susturmak zorunda. Kısık sesle de olsa çalınamıyor.

Müziği yasaklayan, aslında gürültünün mimarlarından. Konuşmalarından söz etmiyorum. Gürültüyü yaratan, herhangi bir şekilde bir yerden bir yere giderken onu izleyen konvoy. Yolu açmakla yükümlü araçlar sirenlerini çalarak ilerlerken konvoyu oluşturanların motor sesi bunu çoğaltıyor. Üstüne, onu havadan izleyen iki helikopterin sesini de ekleyeyim… Karşımıza çıkan, gürültüden başka bir şey değil. Bunu günün herhangi bir saatinde yapabiliyor üstelik. Gece yarısından sonra müzik çalmak, dinlemek yasak ama iki helikopter tepemizde dolanabiliyor. Şikâyet etmeye kalksanız, suçlu oluyorsunuz.

Yakınlarda yaşadık: 15 Temmuz ve sonrasında her yerde her saatte salâlar okundu. Bu bir süre böyle gitti. O günlerde camilerin sesi yükseldi ve ezan, çatlayan seslerle dinletilmeye başlandı. Bu da bir gürültü. Ezanın okunmasından söz etmiyorum. Derdim, ezanın yüksek sesle okunması. Ses yükseldikçe çatırdar, insana rahatsızlık verir. Bu, en sevdiğiniz şarkıyı patlak hoparlörle dinlediğinizde de böyledir. İsteminiz dışı size dinletilen her şey bu sınıfa girer, hele ki yüksek sesle dinletiliyorsa. Bu, tartışılması ve çözülmesi gereken bir başka sorun. İnsanı uykudan uyandıracak şekilde ezan okumak serbest ama o saatte müzik çalamıyorsunuz.

Kitaba döneyim… David Hendy, Antik Roma'dan Hıristiyan geleneğine, Ortaçağ Avrupası'ndan Vatikan'a, ilahilerden çanlara uzanırken yolunu karnavallara da düşürüyor ve karnavalı şu cümleyle tarif ediyor: “Şehir sokaklarını arşınlayan, meydanlarda toplanan veya koca mahalleleri işgal eden insanların çaldığı tencere-tava havaları.” Aklımıza ister istemez (Kardeş Türküler’in şarkısını yaptığı) eylemler geliyor -ki bugün müziği yasaklayan, o dönemde bu protesto eylemlerini “gürültü” olarak nitelendirmişti. Kitaba bakarsanız, bu sesler “protestoların alametifarikası”. Sonrasında, karnaval ve protesto bağını da kuruyor yazar: “Karnaval ve protesto kelimeleri birbirlerine bağlıdır. İnsanlarla beraber gürültü yapmak elbette eğlenceli olabilir. Ama tarih bize gürültünün aynı zamanda duyguları harekete geçirdiğini ve tehditkar olabileceğini gösterir. Bazen özel olarak tehdit etmeyi 'amaçlar'; bazen de sadece gürültüye maruz kalanların kulaklarını tehdit eder.” Buradaki son cümle önemli. Aynı kulakların sahibi, müziği de “maruz kalınan bir şey” olarak gördüğü için kolayca yasaklayabiliyor. Rahatsızlık veren sloganlar ve “öfkeliler”in sesi, bu noktada devreye giriyor. Kitapta, bu da var: "İktidar ve İsyan" başlıklı dördüncü bölüm. Anlatmayayım, kilit kelimeleri art arda sıralayayım: Kölelik, isyan, devrim, savaş…

Bu bir kitap tanıtım yazısı değil. Bu yüzden, sonrasından söz etmeyeyim ama söz en sonunda müziğe geliyor ve Hendy, “Yeni Dinleme Sanatı” başlıklı bölümde, müzisyenler ve müzikal performanslar üzerinden ilerliyor.

Bülent Ortaçgil, “2. Perde” albümünde yer alan “Bozburun” adlı şarkısında, yaşadığı muhitin sessizliğini “en küçük bir ses bile sanki gök gürültüsü” dizesiyle anlatmıştı. Doğrudur, Bozburun, memleketin en sessiz yerlerinden biri. O kadar ki uzaktan gelen bir motor sesi bile bu sessizlikte insana gürültü gibi geliyor. Oysa aynı motor sesini İstanbul’da duymazsınız bile çünkü şehrin sesi onu soğurmuştur. Şehrin sesine müzik de eşlik eder. Ezanlar ve ara ara duyduğumuz kilise çanları, ayrılmaz bir bütünün parçaları. Bu noktada, neye “gürültü” dediğimiz önemli.

‘60'lı yıllarda Anadolu'yu gezen Batı müziği orkestralarına "caz" denirmiş. "Şehre caz geldi" ya da "bu gece sinemada filmden önce caz var" cümleleri, caza gürültü muamelesi yapanların uydurduğu bir şey. Buradan, gürültü muadili “cazırtı” kelimesi türemiş ve "caz yapmayı kes" kalıbı ortaya çıkmış. Caz kelimesini gürültüyle eşdeğer tutan bir milletin evlatlarıyız. Yine de tarihin herhangi bir döneminde müzik yasaklanmadı. Kasetler ve plaklar toplatıldı, kimi şarkılar yasaklandı, müzisyenler hapse atıldı ya da konser vermeleri engellendi ama kimse müziği yasaklamamıştı. Pandemi tedbiri diyorlar ama biliyoruz ki bu yasağın pandemiyle hiçbir ilgisi yok. Akla gelen soru şu: Ne yapabiliriz? Cevap kendiliğinden geliyor aslında: Müziği susturmamalıyız. Her ne olursa olsun. Varsın “çalmak yasak” desinler. İçimizdeki müziği susturmadığımız taktirde bu, ister istemez dışımıza taşar ve şarkılarımızı hep bir ağızdan söylemeye başlarız. İstemedikleri bu. Aksi taktirde müziği, renkleri, insana iyi gelen şeyleri yasaklamazlar, özgürlükleri kısıtlamazlardı. İşin özü bu. Şarkılarımızı söyleyelim, susmayalım, susturmayalım yeter. Sonrası, sahiden güzel günler…