‘Avunanlar’ adlı romanın yazarı Ayla Çağlayan, kitabın adının nereden geldiği sorusunu, “Aslında biz pek çok şeyle avunuyoruz. Birincisi bilmediğimiz bir şeyle avunuyoruz, bilmediğimiz bir şeye sarılmış durumdayız” diye yanıtlıyor.

Çağlayan, “Birileri Atatürk ile avunuyor, sorsanız Atatürk’ü bilmiyor, birileri dinle avunuyor sorsanız İslam’dan haberi yok, birileri de başka şeylerle oyalanıyor ama ne ile oyalandığını bilmiyor” diye konuşuyor. 

Ayla Çağlayan kimdir ve yazım hayatına nasıl başladı?

Ben 26 Şubat 1971’de Sivas’ın Divriği İlçesi’nde dünyaya geldim ve 19 yıl orada yaşadım. Babam öğretmendi. Uzun süre Divriği’de kaldık sonra Ankara’ya tayini çıktı. Şimdi var mı bilmiyorum o zamanlar deneme liseleri diye bir okul vardı. Deneme liselerine tecrübeli öğretmenleri alıyorlardı. Babam o vesileyle Ankara’ya geldi. Ben babamın gelmesiyle birlikte Ankara’ya gelmişi oldum. Ondan sonra da oradaki hayatım başlamış oldu. 1193-94 yıllarında genel olarak özel sektörde çalıştım. Ara ara iş bulamadığım için çalışamadığım dönemler oldu. Türkiyenin içinde bulunduğu ekonomik krizleri beni ister istemez etkiledi. Lise mezunuyum ve yazmaya daha yoğun olarak başlamam buna daha fazla vakit ayırmam son 6-7 yıllık geçmişe dayanır.

Yazmaya yoğunluk vermenizin 6-7 yıllık sürece dayandığını söylediniz ancak daha önceki dönemlerde de küçük hikayelerinizin olduğunu öğrendik.

Evet vardı ama işin açıkcası hep kendime sakladım. Bunun neden böyle olduğunu bazen ben de kendime soruyorum.

Yazdım ama hep kendime sakladım. Bir kısmını beğenmedim attım. Bir kısmı hala duruyor. Galiba ben yazarak eğlenmeyi bir çeşit yetişkinlik oyuncağı gibi düşündü. Bir şeyler üretmek Türkçenin o güzel ses akışıyla mutlu olmak Onunla ilgili bir şeyler yartmak beni mutlu etti ama galiba bunu kendime sakladım. Sonra bir köşe yazarlığı deneyimim oldu. Fakat o dönemde ben anladım ki yazarak insanlara ulaşmak, etkilemek, onların kalpleriyle buluşmak, onlarla etkileşim içinde olmak çok güzel ve birazda etrafımın teşvikiyle artık yavaş yavaş makale dışında da yazdığım şeyleri paylaşmaya başladım ama bunları genellikle arkadaşlarıma okuttum. Derken günün birinde – galiba bunu hayat yazmaya eğilimli insanlara dayatıyor da. Artık oturup bir eser ortaya koyayım diyorsunuz. En azından ben de böyle oldu- döndü dolaştı ve kalemimden akmaya başladı.Buna engele olamadım. Yaklaşık 6 yıllık bir sürecin içerisinde de romanım ortaya çıktı. Niye bu kadar büyük bir zaman aldı? Bunun en önemli nedeni iş hayatımın devam etmesi. Hem çalışıp hem yazın anlamında bir şeyler üretmek çok kolay değil. O nedenle yazarın bağımsızlığı konusu dünya genelinde de çok tartışılır. Örneğin 18.,19. Yüzyılda yazarlar çok daha geriye gidersek eğer bilim insanları hem İslam hem Hristiyan coğrafyasında destekleniyordu.zengin insanlar, varlıklı aileler tarafından Hamileri vardı. Fakat Sanayi Devrimi’nden sonra ister istemez bireysellik –hani her koyun kendi bacağından asılı- mevzusuna gelince ve önem itibariyle soylular sınıfı biraz daha geri planda kalınca bu model ortadan kalkmış oldu. Dolayısıyla yazarlar kendileri geçinmek durumunda kaldılar. Bu bir bir bakıma kalemin bağımsızlığı açısından iyi –avrupada yazarların hamileri varken de kalemin bağımsızlığı çok da sarsılmamıştır- Ancak gerçekten hem yazmak hem çalışıp profesyonel bir hayat yürütmek bir yazarın verimliliğini ne yazık ki olumsuz etkiliyor.

Türkiye’de telif hakları, yazarın yazarak geçinmesi konularında çok büyük sıkıntılar var ve bunun yakın zamanda çözülme olasılığını çok mümkün görmüyorum ne yazık ki. Dolayısıyla işimiz zor. Fakat yazan hiç kimse de bundan pes etmez. Örneğin ben bu kitabı çıkardığım zaman bundan bir gelir elde etemeyeceğimi biliyordum. Ancak bu bir doğum gibidir, bir şey bekleyin, beklemeyin siz bunu illaki yazarsınız.

Kitabın adına değinmek istiyorum. Neden Avunanlar, bizler ne ile avunuyoruz?

Aslında biz pek çok şeyle avunuyoruz. Birincisi bilmediğimiz bir şeyle avunuyoruz, bilmediğimiz bir şeye sarılmış durumdayız biz. Birileri Atatürk ile avunuyor sorsanız Atatürk’ü bilmiyor, birileri dinle avunuyor sorsanız İslam’dan haberi yok, birileri de başka şeylerle oyalanıyor ama kimse ne ile oyalandığını bilmiyor fakat öteki taraftan bakıyorsunuz- tabi biraz da üst siyasetin bu ortamdan yararlanması nedeniyle- herkes çok büyük bir kutuplaşmanın içerisinde. Ben neredeyse yarım asıra yakın bir yaşa geldim ömrümde hiç bu kadar ürkütücü düzeylere ulaşmış bir kutuplaşmaya tanık olmadım. Örneğin Ankara’dan Adapazarı’na geliyorum. Yanıma tesettürlü bir bayan oturuyor ve bana selam vermiyor. Yan koltuğa geçecek, kalkıp ona yer veriyorum bana teşekkür etmiyor. Bu sadece onlarda değil bizde de var.Bu tamamen üst siyasetin halkın gündemini yanlış ya da yanlı şekilde organize etmesiyle mümkün oldu ve tüm ülkeye korkunç bir kötülük yapıldı. Sadece muhaliflere değil bizatihi kendi insanlarına da.

Türkiye böyle değildi ve böyle olmamalı, bu şekilde yoluna devam edemez. Çünkü biz artık bir toplum değiliz. Çünkü bir toplumun üzerinde uzlaştığı şeyler vardır. Bizim üzerinde uzlaştığımız hiç bir şey kalmadı artık ve bu bize hiç yakışmıyor.Düşünün ki Anadolu bir medeniyetler coğrafyasıdır ve biz kendi mirasımızın üzerinde tepinip duruyoruz. Üstelik bunda hepimizin payı var. Siz ya da ben halkı gündelik siyasetin bu çirkin diline karşı içtenlikle, cesurca ve yeterince uyardık mı? Yoksa kendi yerimiz sarsıldı da orayı birazcık tamir edelim ve rahatlığamı kavuşalım dedik. Gerçekten uzlaşmak istiyor muyuz?

Bence biz bir yol ayırımındayız ya herkes kendi çıkarları doğrultusunda yürümeye devam edecek, ya da birilerinin çıkıp –ki bunlar büyük ölçüde sanatçılar, bilim insanları, eğitmenler, dürüst siyasetçiler, hukukçular, meslek odalarıdır- çok büyük bir içtenlikle topluma uzlaşı dilini dikte etmeleri lazım.Bu bir toplumsal harekete dönüşmeli. Biz bu şeklde yaşayamayız. Türkiye biter, mahvolur. Uzlaşma dili her yerde olmalı. Ben kitabımda işte bunu anlatmaya çalıştım.

Biz nereye gidiyoruz? Hayvanların sorularını çözme yöntemleri ile biz insanların sorunları çözme biçimi arasında bir fark var mı? Kitapta bunu anlatmaya çalıştım. Biliyorsunuz hem köpeklerin bir hikayesi var hem insanların iki hikaye paralel seyrediyor. Okuyucuma bu şekilde aktarmaya çalıştım Amam insanlar farkında mı? Biz hayvanlarla insanlar olarak sorunlarımızı ne kadar farklı çözebiliyoruz? İnsanca yaşamak istiyoruz. İnsanca yaşamalıyız da ama bu şekilde değil.

Bir de kitabın isminin hemen altında ‘’Bir başka peri masalı’’ diye belirtilmiş. Bura da Hayvan Çiftliği kitabına bir gönderme mi var?

Bu kitap bir fabl ve ‘’Bir başka peri masalı ‘’sözü ile başka bir fabl olan Hayvan çiftliği kitabına bir selam göndermiş olduk.

Hikayenizin kahramanlarından olan köpeğe isim verilme aşamasında Ayda ve eşinin arasında geçen dialogda ‘’civan’’ isminin hem erkeğe hem de dişiye verilebileceği söyleniyor, ben burda zorluklar karşısında gösterilecek cesaretin kadın ya da erkek olma ile ilgisi olmadığının yansıtılmaya çalışıldığını düşünüdüm, yine Civan’ın kendi özüne dönüş serüveninin aslında bir yandan hem bireysel olarak kendimizin hem de toplumun özüne dönme çabası olarak şokudum. Gerçekten de böyle mi? Yoksa siz orda başka bir şey mi anlatmak istediniz?

Tam olarak böyle. Tabi roman okuyucusunun Roman okuyucusunun romanı nasıl algıladığına yazar müdahale etmez hiçbir zaman. Bu çerçevede ifade etmeye çalştım. Civan romanın aslında ana kahramanı olarak tasarlanmamıştı. Hikayenin akışı içinde öyle bir rol üstlendi. Bana sorarsanız benim romanımın iki tane ana kahramanı var Biri ayda biri de Civan. Akış içerisnde bunlar bir şekilde romanın kahramanı olarak karşılaştılar.

Biraz da Ayda’dan bahsedersek ilk defa kahramanı ateist olan bir hikaye ile karşılaştık. Hemen bütün toplumlarda iyi bir insan olmak için dindar olunması gerektiği algısı var. Siz Aydayı bu algıya tepki olarak mı ateist olarak mı kurguladınız? Çünkü Ayda duyarlı bir kadın.

Belki bu söylediklerininizin hepsi. Ateist seçmenim nedeni bir uç örnek olması. Dindarlığını kendi içinde yaşayan bir insan hikayedeki kırılma noktalarında biraz daha silik kalabilirdi ama bir ateist çok çarpıcı bir motif olarak belirdi hikayede. Sorun sadece ateistlerin değil bu ülkede dindarlığını kendi içinde yaşayan müslümanlara da mağdur. Çünkü kendilerini teşhir etmeye, bir tarikata girmeye, falanca camiye gitmeye, kendi kendi hem kız çocuklarının başlarını kapatmaya zorlanıyorlar. Kitapta Türkiye’nin son yıllardaki ve muhtemel yakın gelecekteki gündemi açısından insanların düşünsel ve manevi dünyalarına karşı taraftan ve karşılıklı olarak gelen muazzam düzeydeki taciz ateşlerinin ölümcül olabileceğini ifade etmeye çalıştım. Aslında bunu bir çığlık gibi düşünün ben oturduğum yerden bir insan, bir yurttaş ve bir yazar adayı olarak sözlerimle çığlık attım.

Romanda Ayda ile köylü bir kadının dialogu ile karşılaşıyoruz ve orada Ayda’nın Müslüm Gürses’i tanımaması ile aslında toplumun bir kesimine ne kadar uzak olduğunu görüyoruz. Size göre Ayda kimdir?

Ayda aslında bir yarı aydın. Müslüm Gürses konusunu özellikle koydu oraya Ayda’nın yarı aydın tipi ortaya çıksın diye. Çünkü bu ülkeyi yarı aydınlar mahvetti. Tabi burda Ayda’yı kastetmiyorum. O’nun bir sanatçı ve bir kadın olarak farklı bir çabası var.

Romandaki Halis o kimi temsil ediyor?

Halis kendini temsil ediyor. Okuyucular pek sevmedi ama ben Halis’i severim. Halis aslında çok düzgün bir muhafazakar fakat bu kışkırtıcılığa kapılmış. Kendi iç dünyasında savrulmuş bir muhafazakar. Bu Türkiye’nin yeni tip muhafazakarlığına iyi bir örnek ama iç dünyası tertemiz bir adam. Kitabın sonlarına doğru insanlar onun kendi savrulmalarını er-geç anladığını görüyorlar. Ben inanıyorum ki hem bu ülkenin hem de tüm İslam aleminin muhafazakarları –ki bazı ülkelerde artık radikalleşmiş durumdalar- tüm İslam coğrafyasından silinece ve İslam dünyası İslamın özüne dönecektir. Çünkü İslam böyle bir din değil.

Tekrar Civan’a dönersek romanın başında Cıvan’ını özgürlüğe ya da kendi özüne dönme kararlılığını görüyoruz ve ben hikayenin sonunda Civan’ın bunu başaracağını düşünürken, Halis’in köpeği haline geliyor.Böyle bir son seçmenizin nedeni neydi?

Aslında bu çarpıcı bir nokta ve hikayede bu şekilde yer alması bir tesadüf değil ama ben bu noktayı okuyucuya bırakmak istiyorum. Neden Civan Halis’e esir düştü? Bence bunu okuyucu kendisi değerlendirsin ve bundan hareketle ülkeye biraz daha dikkatli baksın.

Bu romanın devamı gelecek mi?

Bunun devamı gelmez. Fakat ben genel olarak fabl yazmayı çok seviyorum. Bu roman bir fabldır. Bir gün edebiyatımızda adım anılacaksa fabl yazarı olarak anılmayı isterim. Belki geçmişte yazdığım fablları toplayı yayınlama ihtimalim olabilir. Üzerinde çalıştığım şeyler tabiki var ama bakalım gelecek ne gösterecek.

Birazda kitabın kapağından bahsetmek istiyorum. Kapakta bir bizon figürü görüyoruz. Bunun seçimi size mi ait? Neden Bizon?

Evet kapağın bütün tasarımı bana ait. O bizon görselini ben seçmedim. O kapağı tasarlayan kişiye ait. Bizon çünkü romanda bir fabl var. Beyaz başlı kartalın kendi evladıyla yaşadığı bir şey. Ben o hikayeyi çok çarpıcı buluyorum. Ve kandi hayatımıza da uyarlamamız için iyi bir öykü olduğunu düşünüyorum. İnsanların kendi hayatında bir bizon varsa o nedir? Onu bul ve onu koru dememin sebebi, belki de hikayeyi neden seçtiğimi anlatabilir. Amerika Birleşik Devletleri’nde 19. Yüzyılın sonlarında çok büyük bir bizon katliamı oldu. Bu Amerika’da yerlilerin direncini kırmak için uyguladığı bir devlet politikasıdır. Çünkü özellikle ova kızılderilileri için bizon onsuz yaşayamayacakları bir hayvandır. O yüzden ben de diyorum ki; Eğer varlığını sürdürmek, güçlü olmak ve güçlü kalmak istiyorsan kendi hayatındaki bizonların ne olduğunu iyi anla ve onları koru.Çünkü seni istemeyen insanlar senin bizonlarının ne olduğunu bulur ve ilk önce onları hedef alırlar.

Çok güzel bir sohbetti. Eklemek istedikleriniz var mı?

Böyle bir etkinliğe davet edildiğim için çok teşekkür ederim.

Biz teşekkür ederiz.