Beynelmilel siyasi tartışma nihayet on yıl önce varması gereken noktaya geldi. Trump’ın iktidara gelmesiyle birlikte, gecikmeli de olsa hastalığın adı sonunda kabul edildi: Faşizm. Öteki adıyla, radikal kötülük. Fakat heyhat! Tahran’a bombalar yağıyor. Uluslarüstü ve çoğu kez halkları hiçe sayarak örgütlenen beynelmilel faşizm, o bulutsu ve havai canavar, insanlık olarak hiçbir önemimizin kalmadığını Gazze’de zaten açıkça göstermişti. Oysa iki yıl boyunca Filistin’deki soykırıma karşı milyonlarca insan sokaklara döküldü, milyarlarca sözcük yazıldı. İnsanlık kerelerce asgari bir ahlaki ilkeyi bağırarak söylemek zorunda kaldı: “Ekmek kuyruğuna girmiş aç çocukları öldüremezsiniz.” Gelgelelim insanlık 7 Ekim’den bu yana tam 630 gece boyunca o meşhur kabusu yaşadı. Bağırdık ama kimseye duymadığı için kendi sesimizden şüphe ettik.
Daha önce de insanlığın önlemeye çalışıp başaramadığı savaşlar oldu, bazı soykırımlara gereken dikkati vermedik. Ama II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez, medeniyeti tamamen yok edebilecek, üstelik canlı yayınlanan soykırımı da içeren bir nihai savaşın ilk sahnelerine tanıklık etmek zorunda kalıyoruz. İçten içe hepimiz biliyoruz: Milyonlar halinde sokaklara dökülsek ve barış için en büyük imza kampanyasını başlatsak bile sosyal medyada ve televizyondaki haber bültenlerinde görünmeme ihtimalimiz epey yüksek. Neoliberalizm denen ahlaki yarıktan çıkan Nietzscheci patron/korsanlar, hakikati çoktan hack’ledi. O kadar ki artık insanlığın kendini görebileceği bir gerçeklik aynası kalmadı.
Radikal kötülük bizi öylesine yok sayıyor ki kendimizi hiç var olmamış gibi hissetmemiz bile mümkün. Demokratik kurumlardan da medet umamıyoruz çünkü insanlığı etkileyen birçok kararın mafyavari biçimde, kapalı kapılar ardında, liderler arasındaki WhatsApp mesajlaşmalarıyla alındığını artık biliyoruz. Üstelik temsili demokrasilerdeki hiçbir aracın bunlara müdahale edemeyeceğini de biliyoruz. Dolayısıyla dünyanın yurttaşları olarak oyun dışıyız. Toptan diskalifiye olduk. Bu, en azından Batı dünyasında daha önce hiç görülmemiş ölçekte bir irade kaybı.
Politik etki gücünü radikal düzeyde kaybetmenin ne demek olduğunu çok iyi öğrenmiş toplumlar da var. Trump gibi liderler Batı siyasetinde sahneye çıkmadan çok önce demokrasilerini kaybeden ülkeler bu olguyu yakından tanıyor. Birçoğumuz irade kaybının nasıl gerçekleştiğine ve sonuçlarına dair sayısız kitap ve doktora tezi de yazdı zaten. Türkiye’nin 22 yıllık deneyiminden hareketle ben de şu çıkarımda bulunabilirim: İnsanlar bütün gayretlerine rağmen görmezden gelinince ve yurttaşlık kavramı politik geçerliliğini yitirince, hayal ettiğimiz, özgürlük, onur ve siyasi iradeye aşık o ideal insan imgesini altüst edecek şeyler olabiliyor. İnsanlar, insan olmaya yakıştıramayacağımız politik tercihleri bilerek ve isteyerek yapabiliyor. Çoğunluk ya sırf hayatta kalmak ya da gücün parçası olmak uğruna hizaya geliyor. Bu hizalanma hali bütün bir toplumu değiştirebiliyor. Radikal kötülük, eğer kendisine yeterince zaman tanınırsa, toplumun büyük bölümünü ya kraldan çok kralcı ya da kendi kendini uyuşturmaktan memnun, ahlaken sefil bir organizmaya dönüştürüyor. Dahası birçokları sürekli kavga eder halde yaşamanın bitkinliğine daha fazla dayanamayıp iradelerini terk ediyor. Hayatta kalmak için politik iradelerini, özgürlüklerini ve hatta onurlarını bile ilga etmeyi seçebiliyor.
Bizim de payımız var
Yeterli süre geçtikten sonra siyasi iktidarın hiçbir ahlaksızlığı, hiçbir utanmaz siyasi eylemi görmeyi umduğumuz öfke ve isyana yol açmıyor. Türkiye’de Erdoğan, Rusya’da Putin gibi liderlerin bunu nasıl yaptığını anlatan bir sürü kitap var. Ancak bizlerin, yani daha bilinçli olması gereken entelektüellerin, yazarların, düşünürlerin, antifaşist siyasetçilerin bu süreçteki payı yeterince incelenmiş değil. Halbuki yavaş yavaş gerçekleşen bu irade kaybında bizim de payımız var çünkü rol yapmayı bırakmıyoruz!
Haziran ayında Polonya, İtalya, Avusturya ve Hollanda’da birçok konuşma yaptım ve açık oturumlara katıldım. Anlattığım konu şuydu: Bizim büyük yenilgimiz. Siyaset denen oyun, en azından bildiğimiz şekliyle sona erdi. Siyasette artık görünüşü kurtarmak için bile ahlaka yer yok. Politik özne olarak yurttaşlık bitmek üzere. Akıl danışan ya da en azından rasyonel verileri dikkate alan siyaset, tutunmaya çalıştığımız bir yanılsamadan ibaret. Bir zamanlar siyasi gücü kısıtlayan utanç duygusu ortadan kalkmış durumda. İyi niyetle düzenlediğimiz veya katıldığımız tüm o demokrasi panelleri artık anlamsız. Temsilcilerimizin gönlüne ve zihnine ulaşma umuduyla yazdığımız köşe yazıları gücünü kaybetti. “İnsanlar hakikati öğrenirse harekete geçer” varsayımı geçerliliğini yitirdi. Acımasız neoliberal makine ve dünyanın efendileri artık ne demokrasiye ne hukukun üstünlüğüne ne de kendilerini hoş gösterecek diğer liberal süslere ihtiyaç duyuyor. Hal böyle olunca eski siyasi düzenin kıyılarına yerleşmiş ana akım siyasi, akademik ve kültürel elitlere de gerek kalmadı. Sadece soykırım yapma gücüne sahip olmakla kalmayıp sesimizi duyulmaz kılan algoritmalar yaratmaya da muktedir yeni dünya düzenine yenildik. Bu kadar basit.
Yenilgi özgürleştirir
On yıldır her seferinde demokrasiye dair güzel sözlerle biten olumlu ve motive edici söyleme şartlandırılmış ana akım kültürel ve siyasi elitler kendilerini gerçeklerle karşı karşıya bırakan, dolayısıyla da köklü bir tutum değişikliğine çağıran ‘yenilgi’ gibi sözcüklerden korkuyor. Ama ‘yenilgiyi kabullenmek’ bana daha ziyade ‘özgürleşip kurtulmak’ gibi geliyor. Bu kabullenişi hala önemliymişiz ve bildiğimiz demokrasi geri getirilebilirmiş gibi yaparak sürdürdüğümüz yorucu rolden nihayet kurtulmak için fırsat olarak görüyorum. ‘Yenilgi’ sözcüğü insanı hem özgürleştirebilir hem de o çok gerek duyduğumuz tevazuyu öğretebilir. Yenilgide siyasi ve ahlaki tevazu vardır ve çok daha önemlisi hayatta kalma gerekliliğinin aciliyetinden kaynaklanan dayanışma çağrısını içerir. Halbuki rol yapmayı bırakmadıkça bu acil durumu ertelemeye ve siyasette elimizi güçlendirmeye yönelik hayati ihtiyacı görmezden gelmeye devam ediyoruz. Siyasi iradenin radikal bir şekilde kaybedilmesinde bizim de payımızın olması bundan. Siyasi iktidardaki köklü dönüşümü takip edecek kadar çevik bir biçimde politik duruşumuzu değiştiremiyoruz ve artık karar vericilerin sarayının parçası olmadığımızı kabul edemiyoruz. İktidarın en üst kademelerinde yüzsüzlüğün ve kuralsızlığın kılıçları çekildi ama biz hala eski ve medeni kavga kuralları geçerliymiş gibi hareket ediyoruz.
İrade kaybında bizim de payımız var çünkü hakikati olduğu şekliyle ortaya koymuyoruz. Hakikat ortada: Bizler önemli değiliz. Ve güvenebileceğimiz ne bir kurum ne bir yasa ne geleneksel anlamda bir siyasi sığınak var. Birbirimizden başka kimsemiz yok ve ilk adımı buradan atmak zorundayız.
Bu yazdıklarım şu anda Avrupa ve Amerika için daha geçerli. Biz, Türkiye’nin kültürel, siyasal ve düşünsel eliti olarak, bu hatayı çok önceden yaptık Türkiye’de. “Bize sorarlar, akıl danışırlar, bizim onayımızı almadan yapmazlar” diye varsaydıkları her şey yapıldı ve o aydınlardan akıllı olanları ya kendilerine iktidarın eteklerinde bir yer kaptı ya da adları Kayıp Ruhlar Müzesi’nin duvarlarında yazılı. Avrupa ve ABD, Türkiye’den ders çıkarır mı bilemem, ama ben yine de yazmış olayım.
Ece Temelkuran’ın bu yazısı, El Mundo’yla aynı anda Oksijen’de yayınlandı