Tüm bunların ortasında yaşamaya devam ederken, olabileceklerin en fenası üzerine düşünüldüğünde, -manidar bir ikili olarak- hem ibretlik ama aynı zamanda eğlencelik bir hikâye kurgulanırken önce bunlar gelmiyor akla. Adına distopya diyelim. Başka gezegenlerin istilacıları, insanlığın sadece mağdur rolünde olduğu afetler, gökten inmiş gibi beliren diktatörler, “kötü adamlar”a indirgenmiş suç örgütleri, tekno füzyon kurgular... Silahlar patlasın, toz dumana karışsın, göze aşina olmayan yaratıklar ve makineler üzerimize üzerimize gelsin; karakterler öleyazsın ama eksik olmasın biri (genelde erkek) sayesinde kurtulalım.
Mesela hektarlarca zeytin ağacını, binlerce insanın içme suyunu maden şirketleri için heder edecek yasalar, üzerine isterlerse vergiden indirimler, imar affında kolaylıklar... Bunlar, artık kanıksadığımızdan değil, hiçbir zaman distopik bir kurmaca eser için şık bir sahne olmadı. Termometrelerde civanın 40 derecenin üzerine fırladığı yerlerde, insanlar on gün çalışsın da, on birinci gün izin yapıversin diyebilen bir düzen örneğin. Açlık sınırının altında maaşlar, çıplak el ve kolla yangınlara dalan orman işçileri, kamu kaynaklarının aktarılmadığı yangın söndürme uçakları... Hakkını arayan işçilerin, öğrencilerin, kadınların, emeklilerin üzerine sürülen militarist teknolojinin son aygıtları. Bir taraftan bakınca aleniyette beis görülmeyen bir savaş bu, açık cana kast, ama zaten tüm bunlara yol veren şey diğer tarafın gözünde canın kıymetini yitirmesi. Kâr ve siyasi güç dışında bir anlam kalmamış; can hiçleşmiş, halk öngörülebilir, göze alınabilir zayiat haline gelmiş, düzenin zayiatı. Bunlar insanlığın kendi geleceğine dair karanlık tasavvurunda az yer kaplıyor, böyle distopyalar “pazarlanamıyor”. Ne kadar gülünç ne acı.
Türkçe’ye “Son Umut” olarak çevrilen, yönetmenliğini Alfonso Cuarón’un yaptığı 2006 tarihli “Children Of Men” distopya, apokaliptik kurmaca türü içinde ayrı yerde tutulan bir film. Fikir dünyasına “kapitalist gerçeklik” kavramını kazandıran, (kendisi öyle istediği için) erken yaşta kaybettiğimiz Mark Fisher’in bunda etkisi büyük. Kapitalizmi, tam da kendisini değiştirmeye yetecek gücü ve inancı yok edişiyle birlikte ele alıyordu Fisher, bu film üzerine çok düşünmüş ve yazmıştı.
En anaakım sinema sitesi özetiyle film bir nedenden yirmi yıldır kadınların hamile kalamadığı “kaotik” bir dünyada geçiyor. Eski bir aktiviste, mucizevi bir şekilde hamile kalmış siyah bir kadını koruma ve bebekle birlikte denizin ortasında güvenli bir yere taşıma görevi kalıyor.
“Children Of Men” (Son Umut) filmi, aslında 1992 tarihli bir romandan uyarlanmış. 1920, Oxford doğumlu Phyllis Dorothy James, yazın dünyasında bilinen ismiyle P. D. James, kırk yaşından sonra yazmaya başlayan, yirmiden fazla suç romanıyla tanınan bir kadın. Bugün hayat öyküsüne bakınca barones unvanı ya da layık görüldüğü türlü çeşit onursal koltuk değil, onu en çok şekillendirenin II. Dünya Savaşı sırasında hemşirelik yapması ve doktor olan eşinin Hindistan görevi sonrası ölümüne kadar ciddi ruhsal sorunlarla boğuşması olduğunu seziyorsunuz.
Şiddetten nefret ettiğini, baş edemediğini söylemiş bir yerde. Yazdıklarının odağında şiddetin, suçun olmasını bir iyileşme yöntemi olarak açıklıyor. Daha önce okuduğu romanlarda şiddetin hakikate yaklaşmadığını, gerçek trajediyi yansıtmadığını, böyle olunca da bir yanıyla estetize edildiğini söylemiş.
P. D. James, özellikle popüler işlerde şiddetin, karanlığın temsili konusunda haklı olabilir. Fakat şunu teslim etmek gerekli, bu filmi bugün hâlâ konuşuyorsak bunu yönetmen Alfonso Cuarón’un da aralarında olduğu, Timothy J. Sexton, David Arata, Mark Fergus ve Hawk Ostby’den oluşan senaryo ekibinin tek bir dokunuşla hikâyenin yatağını değiştirmesine borçluyuz. Roman, demokrasinin askıya alındığı, şeytanlaştırılmaya uygun bir karanlık liderin bulunduğu otoriteryen bir rejimde geçiyor. Cuarón ise adı hâlâ demokrasi olan “medeni” bir ülkeyi tercih etmiş. Türün klasik romanlarında ya da filmlerinde olduğu gibi distopya hayatın akışını değiştiren yeni bir evreyle başlamıyor, yaşanmakta olanın kendisinden doğuyor. 2000’ler sonrası dünyanın gittiği yere dair doğru bir sezgiyle yüzyıl başının hakikati şiddetle çoğaltılıyor, ne varsa baremi yükseltiliyor. P. D. James’in kelimeleriyle söylersek gerçek trajediye yakınlaşılıyor.
Filmin dünyasında otoriteryen rejimin sermayeyle bir sorunu yok. Devlet göçmemiş, tüm gücüyle ayakta. Göçmenler ve muhalifler için toplama kamplarıyla uluslararası kahve zincirlerinin şubeleri aynı karede. Bütün sokaklar çöp, enkaz, çatışma alanı. Ama hayat normal denebilecek bir biçimde devam ediyor. Ordu ve emniyet güçleri, gözetleme ve kayıt teknolojileri, en klasik istihbarat ağları her yerde. Bu ittifakın işgaliyle kamusal alan diye bir şey kalmamış; tabiatın yıkımını dehşetengiz afet sahneleriyle değil ortalıkta gezen yabani hayvanlarla daha çok hissediyoruz. “Demokrasimizin sorunları var ama kanlı bir diktatörlükten iyidir yine de” argümanını yeniden düşünmeye çağırıyor film. Olabilecekler üzerine değil, çoktan yaşanmaya başlanmış olana dair bir hikâye bu. Bu gidişata itiraz edenler var ama politik güçleri değiştirmeye yetmiyor.
Film 2027 yılında geçiyor.