Sosyalist hareketimizin tarihinde bize en yakın olan, bizim canımız olan ve bize azıcık mesafeli olan büyüklerimiz oldu; hepsi de saygıdeğer, fedakâr ve cefakâr insanlardı. Kendilerinden çok şeyler öğrendiğimiz, hepsi de uzun yolumuza ışık düşüren, ortak aklımıza billur damlalar ekleyen kişilerdi. Bazılarına adlarının önüne ya da sonuna herhangi bir ifade eklemeden seslendik; Nâzım dedik mesela hangi kuşaktan, hangi yaştan olursak olalım; ya da Deniz. Bazılarının adlarını ve soyadlarını birlikte zikrede geldik; Mehmet Ali Aybar, Behice Boran gibi. Bazıları daima öğretmenimiz olduğu için onlara Sadun Hoca, Korkut Hoca, Sungur Hoca dedik mesela.
En Sıcak Sıfat
Ama içlerinden biri vardı ki, onun adının yanına daha tanıştıktan birkaç dakika sonra, hatta hiç tanışmadan bile “abi” sözcüğünü ekledik.
Sadece Nâzım demek ile Mehmet Ali Aybar demek, sadece Deniz demek ile Sadun Hoca demek arasında, ve bunların hepsiyle içlerinden birinin adının sonuna ferahça “abi” eklemek arasında derece derece farklar, derece derece yakınlıklar, derece derece mesafeler var.
Abimizden bir şeyler öğrenir gibi dinlediğimiz, abimize danışır gibi danıştığımız, abimize karşı gelir gibi yeri geldiğinde eleştirmekten çekinmediğimiz, abimizle şakalaşır gibi şakalaştığımız, abimizle iki lafın belini kırar gibi iki lafın belini kırdığımız, abimizden bir şey ister gibi rahatça bir şey isteyebildiğimiz, abimizle kafa çekip aşk acılarımızı paylaşır gibi kafa çekip aşk acılarımızı paylaşabildiğimiz, abimizle futbol oynarken çalımlaşır gibi çalımlaştığımız, abimizi özler gibi özlediğimiz, abimizin yanına sokulur gibi yanına sokulabildiğimiz bir abimiz vardı; hepimiz ona “Metin abi” derdik. İster üniversiteye yeni başlamış bir genç, ister meyhanede garson, ister partide yönetici, ister medyada gazeteci, ister üniversitede profesör, ister yargıda hâkim, ister başka bir partide lider, ister fabrikada işçi, ister parlamentoda milletvekili olalım, hepimiz ona hiçbir sentetiklik hissetmeksizin “Metin abi” diye hitap ederdik.
1998 yılının Ocak ayında ilk tanıştığımız günden beri bazen “nasıl oluyor da herkes yalnızca ona Metin abi diyebiliyor” diye, bazen de “bu adam nasıl oluyor da birkaç dakika içinde daha önce hiç görmediği insanların Metin abisi oluveriyor” diye düşündüm. Bu bilmeceyi çözmek o kadar kolay olmadığı için bir bahçede, bir kahvehanede, bir meyhanede, bir konferans salonunda ya da bir miting meydanında daha yeni tanıştığı insanlarla nasıl bir iletişim, nasıl bir etkileşim kuruyor diye onu zaman zaman gözlemledim.
Bilgeliği ile mütevazılığı, devrimciliği ile sıradanlığı, derinliği ile yalınlığı, yıllar içinde edindiği birikim ve kazandığı saygınlık ile herkese eşit hizadan bakışı, teorisyenliği ile militanlığı, sakinliği ile meydan okuyuculuğu arasında insanın başını gövdesinin üzerinde taşıması kadar doğal bir ilişki vardı. Hayranlık uyandırıcı birikimini olanca mütevazılığıyla aktarabilirdi. Ömrünü adadığı devrim “yürüyüş”ünde herhangi bir yolcu gibi yürürdü. Analitik zekâsının ürünü olan soyutlamaları yalınca anlatabilirdi. Hiç lekelenmemiş saygınlığını insanlara tepeden bakarak değil aynı hizadan konuşarak çoğaltırdı. Dünya çapında bir teorisyendi ama nabzı memleketindeki hareketin içinde atardı. Sakin, soğukkanlı ve sabırlı bir duruşu vardı ama yeri geldiğinde “geri alacaklar” diye kükremesini bilirdi.
Bilginin Mütevazı Hali
İstanbul’da bir küçük bahçede ikimizin de katılacağı bir toplantı öncesi görmüştüm onu. Sabah Ankara treninden inmiş, sokaktan simit almış, bahçede çayını yudumlarken dünya edebiyatının klasiklerinin kahramanlarından örnekler vererek o günlerin Türkiye’si hakkında yorum yapıyordu. Aleksey Vronski, Jean Valjean, Pierre Bezukhov, Raskolnikov, Heathcliff, Meursault, Winston Smith, Santiago ve daha başkaları Metin abinin konuşmasının içinden geçiyor ama böylesi bir konuşma onun dudaklarından eğretilikle dökülmüyor, sırıtmıyor, ona “çok bilmiş” havasını hiçbir şekilde vermiyordu. Belki içimizden biri onun kadar birikimli olsa ve böyle konuşsa bu bir “entellik” alameti sayılır, yadırganırdı. Oysa onu babaannelerimizden dinlediğimiz masalları dinler gibi rahatça dinliyor, anlattığı her şeyi zihnimizde resimlere dönüştürüyorduk. O, son derece doğal bir üslupla konuşurken şunu fark ediyorduk: Evet, aynı romanları okumuştuk ama karakterlerin roman sayfalarında kalmak zorunda olmadığını, kitaplarla hayatın tam da bu şekilde iç içe geçebileceğini bir abiden öğrenir gibi ondan öğreniyorduk.
Metin abiyi Ankara’daki kültür bahçelerinde üniversite öğrencileriyle konuşurken görürdüm bazen. Gencecik kardeşlerimizin onu bir masada otururken gördüklerinde akıllarındaki her soruyu sorabileceklerinden emin olmaları ve bu yüzden ona kolayca sokulabilmelerinin tuhaf bir güzelliği vardı. Zira yanına sokulmak istedikleri her kişiden aynı hüsnükabulü, aynı cömertliği, aynı davetkârlığı görmediklerini tecrübe etmişlerdi. Yanına kolay kolay yaklaşılamayacak kişiler vardı; insanlarımız, bu erişilmezliği, bu aşılmaz mesafeyi kendiliğinden ya da tecrübeyle bilirlerdi. Metin abinin masasına oturduklarında sandalyemi o yöne çevirir izlerdim. Sanki kantinde okul arkadaşlarıyla konuşur gibi bazan saatlerce konuşurlar, gülerler, sigara tüttürürler ve sonra “Metin abi hadi görüşürüz” deyip kalkıp giderlerdi. Aynı bahçelerin birinde bir kez de ABD’li büyük sosyal bilimci Bertell Ollman’la sohbet ederken görmüştüm onu. Bertell’le arkadaş olması sadece birkaç dakikasını almıştı.
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin Aziz Köklü salonunda Türkiye ekonomisinin durumu, Küçük Amfi’de Türkiye sosyalist hareketinin tarihi, Bilkent Üniversitesi’nde Marx’ın 200. Yaşı vesilesiyle Marksizm üzerine konuşurken izlemiştim onu. Sadece söylemesi gerektiğini söyleyen, gereksiz girizgâhlar yapmayan, lüzumsuz ayrıntılara girmeyen bir yalınlıkta konuşurdu. Sistematik bir şekilde sunduğu konuşmasının her kelimesini aynı sonuca doğru akıtırdı. Bu tip toplantıların ikisinde kendisiyle aynı masada izleyicilere hitap etme onuruna sahip olmuştum. Marksizm üzerine bir toplantıda Balzac’ın Bilinmeyen Şaheser’iyle Marx’ın Kapital’i arasında bir ilişki kurmayı denediğimde yeterince güçlü bir şekilde vurgulayamadığım bazı noktaları bir abinin bir kardeşin eksiğini tamamlaması gibi tamamlamıştı eksiğimi; elimden güven vererek tutmuştu.
Bir sendika şubesinin, bir öğrenci topluluğunun, bir meslek birliğinin ya da bir parti örgütünün toplantısında onu dinlerken şöyle düşünürdüm: Metin abi Ankara’da 30 kişilik bir gruba sosyalizmin sorunları hakkında konuşma yapıyor şimdi, ama başka bir zaman The School of Oriental and African Studies’te (SOAS) Osmanlı tarihi üzerine bir seminer verebilir, The State University of New York’ta (SUNY) azgelişmişlik sorunsalı üzerine bir konferansta konuşabilir, Historical Materialism Annual Conference’ta “New Technologies and Capital Accumulation” başlıklı bir bildiri sunabilirdi.
Zamana Hükmeden Özne
Metin abiyi Amerikan Western filmleri, Yeşilçam melodramları, Netflix dizileri hakkında konuşurken gördüğünüzde “nasıl olup da her şeyi izlemiş” derdiniz. Bir kitaptan söz açtığınızda o kitabın ilk baskısının hangi yıl ve hangi yayınevi tarafından yapıldığını size söylerdi ve bu kez de “nasıl olup da her şeyi okumuş” diye düşünürdünüz. Bazen futbol muhabbetlerinde yakalardınız onu, bütün takımların her sezonki 11’lerini ezbere sayabilirdi size, şimdi de “acaba bütün maçları da mı izlemiş” diye sorardınız kendinize.
Her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan sıradışı, olağanüstü, eşsiz ve ender bir insan gibi dolaşmazdı aramızda ve öylece oturmazdı masamızda. “Hepimizden daha geniş” hayatı ve içinde yaşadığımız koskocaman âlemi tanımak, anlamak ve açıklamak için faniler olarak kâfi zamana sahip olduğumuzu hatırlatırdı bize. Öğrenmenin her şeyden daha güzel olduğunu idrak eden bir insanın zamanın kontrolünü bir daha bırakmamacasına ele geçirmesinin benzersiz bir örneğiydi o. Aslında hepimizin yapabileceği ama nedense ondan başka hiçbirimizin tam anlamıyla başaramadığı bir şeyi yapmıştı: Zamanın hükmettiği bir nesne olmak yerine, zamana hükmeden bir özneye dönüşmüştü.
Fazla fikir sahibi olmadığı belki de tek alanın klasik müzik olduğunu sanırdım. Bu da bana hoş bir avuntu verirdi. “Metin abinin de fazla aşina olmadığı bir şey var işte hayatta” der, kendi tembelliğime kendi benliğimde bir meşruiyet dayanağı bulurdum. Metin abi, sırtımı yasladığım bu dayanağı birgün şahane bir şekilde yıktı; o, müzik hakkında konuşurken anladım ki meğer benim klasik müzik hakkında bildiklerim onun unuttuklarından daha azmış… Onda gördüğüm şey basitçe şuydu: Hayat, muazzam zengin yönsemelerle devinen, devinirken bükülen ve durmaksızın hareket eden bir akış. İnsan bu sonsuz genişlik ve bu sonsuz akışlık içinde öğrenebilir, eğlenebilir, dövüşebilir, örgütlenebilir, sevebilir, tökezleyebilir, hapse girip çıkabilir, yenilebilir; ama sonra daha çok öğrenebilir, daha çok dövüşebilir ve daha çok eğlenebilir. Bunu yapabilmek üstün olmayı, müstesna olmayı gerektirmez, her birimiz sıradan insanlar olarak yapabiliriz bunu. Elbette her birimiz Metin abi kadar akıllı, disiplinli ve çalışkan değiliz; o ayrı. Ama her birimiz de kendimizce çok yönlü hayatın içinde iyi akan bireyler olabilir, bu güzelim bireyselliklerimizden sinerjik kolektifler yaratabiliriz. Zamanın efendisi, işte bunu öğretip gitti bize.
Seçilmiş Bir Sadelik
Şimşek Sokak’ta mütevazı ve kiralık bir apartman dairesinde eski püskü ama temiz ve tertipli mobilyalarıyla yaşayan, hayatını idame ettirecek parasını kural olarak kendi emeğiyle kazanan, kendi alın terinden gayrı hiçbir birikime yaslanmayan bu insan, isteseydi şu hayatta her şey olabilirdi. Milletvekili veya bakan olabilirdi, parti başkanı olabilirdi, üst düzey bir bürokrat veya bir şirkette CEO veya bir bankada müdür olabilirdi. Dünyanın en güzel şehrinde yaşayabilir, en mutlu hayatı sürebilirdi. Bunu hepimiz biliyoruz. Ama bizim bilemeyip de onun görebildiği şey, dünyanın en güzel şehrinin Ankara ve dünyanın en güzel hayatının da kendi sıradan hayatı olduğuydu. Sıradanlığın güzelliğinin, sadeliğin mutluluğunun farkına varabilmiş olmasıydı onu ayrıksı kılan. Bu yüzden hiçbir zaman “baş” olmayı istemedi; oysa istese başların başı olabilirdi.
Metin abi daima Ankaralıydı. Şehir, onun evi gibiydi. Bir insan evinin içinde nasıl bir rahatlıkla yaşarsa Metin abi de Ankara’da öyle yaşardı. İnsan evini nasıl severse ve nereye giderse gitsin sonunda evine dönmek isterse Metin abi de evini, Ankara’sını öyle severdi. Onun açısından Ankara kitapçılarında yeni yayınları karıştırmak kadar şehrin sokak aralarında 20’li yaşlarındaki polisler tarafından gazlanmak ve bu hunharlığa 20’li yaşlarındaki devrimci gençlerle omuz omuza direnmek de doğaldı. Onu Gezi günlerinde Maltepe civarında bir sokak arasında fena halde gazlandığını gördüğümde fark etmiştim bunu.
Sönen Yıldız, Yeşeren Miras
Metin abiyi kaybettiğimizde memleketimizden uzaklardaydım ve defterime iki kelimeden oluşan bir cümle yazmıştım: “Abisiz kaldık…” Artık içinden çıkamadığımız teorik tartışmalarda, sonuna bir türlü gelemediğimiz araştırmalarda, idrakine varamadığımız güncel siyasal gelişmelerin analizinde, altından kalkamadığımız ağır yenilgilerde, yaz için bir edebiyat listesi oluşturamadığımızda, sömestr için bir film listesi yapamadığımızda kendisini arayabileceğimiz; eğer bir kitap derliyorsak ya da bir dergi çıkarıyorsak kendisinden bir bölüm ya da bir makale isteyebileceğimiz; ve asla reddedilmeyeceğimizi kesin olarak bildiğimiz bir abimiz yoktu. Yolumuzu kaybeder gibi olduğumuzda dönüp baktığımız kutup yıldızımız sönmüştü. Ona der gibi “abi” diyebileceğimiz başka hiç kimsemiz de yoktu. Bu boşlukla, bu kederle nasıl baş edebileceğimizi bilmiyordum. Zamanla öğrendim. Daha doğrusu sosyalist gençler öğretti bunu bana. Biz abisiz kaldığımızdan beri abimiz miting meydanlarında kendisi yürüyemiyor ama gencecik kızlarımız ve oğullarımız kortejin en önünde onun ümitle gülümseyen fotoğrafını taşıyor.Liseli gençlerimiz küçücük başlarıyla okullarına çullanan büyük başlara kafa tutuyor. Demokrasinin etrafına kapkara duvarlar örülürken üniversiteli gençlerimiz barikatı yıkıp halkın hareketini ateşerken baştakilerin başına bela oluyor. Bütün gençlerimiz yaz kamplarında buluşup yaratıcılığın, kolektifliğin, neşenin ve ümidin gün ışıkları gibi ışıldıyor.
Abisiz kaldık ama onun boşluğunu tutkuyla, cesaretle, sevinçle ve akılla dolduracak kardeşlerimiz yetişip gelmiş bile, ne mutlu!