1941 yılının kavurucu yazıydı.
Adana, pamuk tarlalarından yükselen sıcak buharın ağırlığı altında baygın bir sessizliğe gömülmüştü.
Güneşin yakıcı ışıkları sapsarı toprağı kavuruyor, ufku yutan toz bulutları havada asılı duruyordu.
Küçük bir kahvehanenin gölgeli köşesinde oturan adamın elleri kömür karasıydı; simsiyah ve tertemiz…
Bu eller, bir yüzü çizen ama başka bir yüzü özleyen ellerdi.
Abidin Dino, Paris’te başladığı ressamlık hayalini şimdi Adana’da, karakolun gölgesinde sürdürüyordu.
Haftada bir imza veriyor, çizdiği her şeyi ve aklından geçen her düşünceyi sorgulayanlara bildirmek zorunda kalıyordu.
Sürgündeydi…
Ama ondan uzaklaştırabildikleri yalnızca bedeni olmuştu; fikirleri hâlâ özgürce dolaşıyordu.
Dino’nun çizgilerinde hep bir yüz eksikti.
O yüz, Nazım Hikmet’indi.
Aynı yıl, Nazım, Bursa Cezaevi’ndeydi. 1938’de, askerî okul öğrencilerine yazdığı şiirler gerekçe gösterilerek “ordu içinde isyana teşvik” suçlamasıyla 15 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı.
Önce Harbiye’de tutulmuş, ardından Ankara’ya, son olarak da Bursa’ya gönderilmişti.
Demir parmaklıklar ardında yazıyor, düşünüyor, hayal kuruyordu.
Ve bir gün, dışarıya uzanan sesini bir şiirle gönderdi:
İşin kolayına kaçmadan ama…
Gül yanaklı bebesini emziren, melek yüzlü anneciğin resmini değil;
Ne de ak örtü üzerindeki elmaların…
Ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini…
Sen, mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?..
O şiirin adı “Saman Sarısı”ydı.
Kalın duvarlara çarpıp yankılanan bir çağrı gibiydi.
Ne imge oyunuydu, ne de estetik bir deneme…
O, bir dostluğun, bir arayışın, bir hasretin içinde parlayan çırpınıştı.
Dino, o gün defterine eğildi; tarladaki çocukları, taş duvarın gölgesinde uyuyan kadınları, yorgun ama umut dolu yüzleri çizmeye başladı.
Yıllar geçti.
Cezaevlerinden sürgün yollarına, kalemini kırmaya çalışan ellerden karanlık duvarlara karşı yazdığı şiirlere uzandı Nazım’ın hayatı.
1951’de “Yurda dönmesi sakıncalıdır” denilerek vatandaşlıktan çıkarıldı. Henüz 49 yaşındaydı.
Türkiye’den gizlice ayrıldı, önce Romanya’ya, ardından Sovyetler Birliği’ne geçti…
Ve Moskova’da bir sürgün daha başladı.
Ama bu, bambaşka bir sürgündü.
Demir parmaklıklar yoktu belki; ama memleket hasreti, annesiyle son kez vedalaşamamak, sevdiği toprağın kokusundan mahrum kalmak… Bütün bunlar, onun için yürekten örülmüş bir hapishaneydi.
Türkiye’den, dostlarından, İstanbul’dan, Adana’dan, deniz kıyılarından ve memleketimin insanlarından koparılmıştı.
O yıllarda Abidin Paris’teydi; bambaşka bir yalnızlık içinde.
İki yoldaş, iki sanatçı, iki sürgün…
Biri kelimeleriyle, diğeri çizgileriyle “mutluluğun resmini” arıyordu.
Ama mutluluk, belki de artık onların kavuşamayacağı bir zamana aitti.
Nazım, 3 Haziran 1963 sabahı Moskova’da geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.
Bir otel odasında, memleket hasretiyle yorgun düşmüş kalbi aniden durdu.
Mezarı da orada kaldı…
Yurdundan binlerce kilometre uzakta, ama sesi hâlâ burada:
Şiirlerde, duvar yazılarında, bir çocuğun defterinde, bir annenin dudaklarında…
Ve elbette Abidin’in çizgilerinde…
Dino ise Paris’e yerleşti.
Artık yaşlı bir adam olmuştu; hafif kambur, ellerinde titrek ama hâlâ dirençli bir enerjiyle…
Yıllar sonra, Nazım’ın o unutulmaz sorusuna kendi şiiriyle yanıt verdi.
Artık resim değil, kelimeler konuşuyordu:
Kokusu buram buram tüten
Limanda simit satan çocuklar…
Gün ışığında denize girenler,
Geceyle birlikte türkü söyleyenler…
Yaptım mutluluğun resmini,
Hem de defalarca.
Ama bunun için ne tuval yeterdi,
Ne boya…
İki dost, farklı şehirlerde, farklı iklimlerde aynı resmi çizmeye çalıştı:
Biri sözcüklerle, diğeri çizgilerle.
Ama ikisi de aynı cevabın peşindeydi; insan, zaman ve hafıza.
Bugün hâlâ duvarlarda asılı duran o cümle, sadece bir şiir değil;
Bir dostluk anısı, bir direniş biçimi ve bir sanatçının diğerine bıraktığı en yalın sorudur.
Abidin Dino’nun çizgileriyle, Nazım Hikmet’in kelimeleriyle dokunduğu şey aynıdır:
İnsanın içindeki görünmeyen dünya…