Uzun bir aradan sonra merhaba. Yazımı yazmaya başlarken şöyle bir baktım; Medyayazar’da yayınlanan son yazımın üzerinden 2 yıldan fazla zaman geçmiş. Bu performansımla köşemin adına bienal yapabiliriz, iki yılda bir gerçekleşen...Maalesef her seçim umduğumuz ama bir türlü gerçekleştiremediğimiz değişim, hayatımıza normalleşme yerine artan politik görevler yükleyince bırakın düzenli yazmayı, okumaya zaman ayırmak bile güç oldu. Medyayazar’da son dönem gerçekleşen hareketlenme artan haber sayısı, yayın kurulunda Elif ve Yasin yoldaşlarımın varlığı ve yeni katılan köşe yazarları, yalan yok “bende mi arada yazsam?” diye aklımdan geçmedi değil. Ama dönüp hayatıma şöyle bir bakınca okur olarak kalmak daha mantıklı geldi. Ta ki şu birkaç güne kadar.
Bu yazı girişinin üstüne “Peki ne oldu da şimdi bu satırları okuyoruz?” diyebilirsiniz. Hemen yanıtlayayım. Geçtiğimiz günlerde İzmir Büyükşehir Belediyesi İşçileri’ nin greve çıkması üzerine önce sosyal medyada yazılanlar, akabinde yakın çevremizde bunların yankılanması ve son olarak da bu sabah Medyayazar’da dostum Zafer Kazan’ın bahsi geçen konuya da değinen yazısı üzerine düşüncelerimi Medyayazar okurları ile paylaşmaya karar verdim. Yazıların devamının geleceğine kefil olamayacağımı da söyleyip konuya gireyim.
İlk sözümü bize dair, sosyalistlere dair söyleyerek başlayacağım. Kitle bağlarımızın çok uzun zamandır zayıf olduğu, grev ertelemelerinin olağan karşılandığı, yerel yönetimlerin büyük bölümünün yakın zaman da kadar iktidar tarafından yönetilmesinin de etkisiyle belediyede grev yapılmasının neredeyse tuhaf bulunduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bugün sosyal medyada veya etrafımızda grevlere ve sendikaya tepki gösteren, bizim kavram setlerimize, bakışımıza uzak, grev, toplu iş sözleşmesi ve bunların süreçlerine dair bilgisi son derece zayıf ama iktidara son derece öfkeli ve herhangi bir toplumsal olayı değerlendirirken iktidara yarayacağına inandığı her hale bu öfke ile refleks gösteren insanlar da bu ülke koşullarından bağımsız değil. Üstelik bu insanlar arasında bizimle birlikte sokağa çıkan, iktidarın karşısında kendinin en muhalif olduğunu düşünen, hatta CHP’den daha direngen ve daha ilkeli olduğunu düşündüğü inancıyla programına bile bakmaksızın sosyalist partilere üye olanlar dahi var. Tarihte hiçbir yerde hiç yaşanmamış özel bir zaman kesiminden bahsettiğimi sanmıyorum. Bir adım ötesi başka etmenlerle birlikte büyük sıçramalara ya da felaketlere gebe olduğunu tarihten bildiğimiz bir toplumsal zaman dilimi. Bu nedenle bir taraftan grevdeki işçilerle en güçlü dayanışmayı sergilerken diğer taraftan da tepkilere ajitasyon ve aynı öfke ile karşılık vermek yerine, tepki gösterenlerle iletişim koparmadan, sabırla tekrar ve tekrar gerçeği anlatmak durumundayız. Ta ki bizim aşina olduklarımız toplumda yaygın olana kadar. Manipülatör ve trolleri bir kenara koyarsak benim en azından konuya dair konuştuğum, tartıştığım çok sayıda dostumun iyi niyetinden şüphem yok o nedenle Cehenneme giden yolların iyi niyet taşlarıyla döşeli olduğunu hatırlamak ve kendilerine hatırlatmak yükümüzdür. Umarım yazdıklarım buna hizmet eder.
İlk olarak konunun esasına dair yani İzmir Büyükşehir Belediyesi İşçileri’ nin greve çıkma nedeninden söze başlamak doğru olur. Her ne kadar tartışma yaygın olarak talep edilen ücret üzerinden yapılıyor olsa da, defalarca söylendiği üzere konu bu değil. Ücretler ve konu ile ilgili dezenformasyonlarla ilgili derli toplu bilgiye ulaşmak isteyenler için yazının sonuna bir link[1] bırakıp konuya devam ediyorum. Mevzu aslında basit:
Belediye işçilerinin “eşit işe eşit ücret” talebi.
Daha rahat anlaşılması adına basitleştirerek, örneklerle anlatmaya çalışayım. Bir işyerinde çalışıyorsunuz. Bir fabrikada bantta, bir bankada gişede, kafede ya da mağazada. Sizinle aynı işyerinde tamı tamına aynı işi yapan iş arkadaşınızla, sırf çalıştığınız işyerindeki işvereniniz ve onunla toplu iş sözleşmesi yapmış olan sendikanız farklı olduğu için farklı ücret alıyorsunuz. “Böyle saçma şey mi olur. Aynı işyerinde farklı işveren de neymiş, belediye işçisi belediye işçisidir” diyebilirsiniz. Haklısınız ve hatta bugün belki öfkelendiğiniz grevdeki işçiler de sizinle emin olun aynı fikirdeler ama isterseniz konuyu dağıtmamak üzere bu konuyu başka bir yazıya bırakıp devam edelim.
Birlikte çiçek ekiyor, araç kullanıyor, çöp topluyorsunuz. Maaş günü geliyor. Yan yana aynı saat çalıştığınız, aynı işi yaptığınız arkadaşınız ATM’ye gidiyor ve bakıyorsunuz ki hesabına sizden çok daha fazla maaş yatmış. Siz bunun eşitlenmesini istiyorsunuz. İstemez misiniz? Bırakalım hukuku, iş yaşamı ilkelerini falan bunu istemek asgari adalet ilkeleri açısından her çalışanın anasının ak sütü gibi helaldir ve sanırım buna kimse itiraz etmez. Diyorduk ya birlikte grevdeki işçiler de daha önce defalarca alanlarda bağırdılar: “Hak, hukuk, adalet”
Gerçi kimse itiraz etmez diyorum ama özellikle sosyal medyada kimi okuduklarım bana şu meşhur fıkrayı da hatırlatmıyor değil. Hani 2 idam mahkumuna son isteklerini sormuşlar, Kürt olan mahkum anamı görmek istiyorum demiş, diğer mahkuma senin isteğin nedir dediklerinde ise o “Kürt anasını görmesin demiş”. Genelde ülkenin başka politik başlıklarına dair sıkça hatırlanan bu fıkrayı bu olayda bir kez daha hatırladım. Kimi yorumlara bakınca, işçilerden iş arkadaşım da neden benim kadar az almıyor denmesi beklendiği izlenimini ediyorum. Neyse ki her şeye rağmen işçi sınıfının hafızası o kadar zayıf değil.
Buna bağlı olarak sözü edilen bir diğer başlık ise bu ücret farkının nedeni. Daha doğrusu ücret farkını komplo teorileri ya da CHP içi çekişmelerle açıklayan değerlendirmeler. Öncelikle bu öyle olsa bile işçilerin bu konuya dahli olmadığını hatırlatmak gerekiyor. Ayrıca sosyal medyada konu ile ilgili geçmiş dönemin belediye başkanı dahil, vaktiyle yapılan ücret artışının bütçedeki çalışanların ücret oranı sınırının hayli altında olduğunu anlatan çok sayıda açıklama mevcut. Ama başlangıçta söylediğim gibi olayı bir ücret tartışmasına indirgemek konunun esasını kaçırmaya neden oluyor Bu nedenle şunu hatırlatmadan edemeyeceğim. Bugün artık yaygın biçimde sermayeye peşkeş çekildiği -en azından muhalif kitlelerce- ortak kabul haline gelmiş olan, KİT’lerin özelleştirme sürecinde en güçlü argümanı işçi ücretleriydi. İşe gitmeden ATM’den maaş alıyorlar sözleri dün gibi kulağımda. Bu örneklerin hiç olmadığını iddia edecek değilim. Ama tıpkı bugün belediyeyi işçilerin yönetmediği gibi o dönem de o devasa işletmeleri işçiler yönetmiyordu ve ancak on yıllarca biriktirilen ne varsa elden çıktığında konunun o olmadığı anlaşıldı. Bugün biriken çöpleri görenler en azından belediye işçilerinin çalışmadığını söylemeyecektir ama ben yine de bugünden bu hatırlatmaları yapmak istedim. Bugün hali hazırda AKP baskısı altındaki muhalif belediyelerin, artan işçi ücretleri nedeniyle zorlanacağı ve bunun AKP’ye yarayacağı kaygısıyla dahi olsa işçi ücretlerini diline dolayanlar, yarın tüm bunların toplu iş çıkarma ya da sendikasızlaşma için birer bahane olarak kullanılacağını ve sonuçlarının sadece o işyerinde, o işkolunda çalışan işçilere etki etmediğini gördüklerinde pişman olabilirler. Uyarmak isterim.
Değinilmesi gereken bir diğer başlık ise sanırım grev nedeniyle neredeyse düşman ilan edilen sendikalar. Burada da basit biçimde anlatmaya çalışacağım. Greve çıkan sendika Genel İş Sendikası ve ilgili şubesi. DİSK’te bu sendikanın bağlı bulunduğu konfederasyon ve Genel İş Sendikası DİSK içindeki en büyük, en etkili sendika. Buraya kadar söylediklerim objektif gerçekler. Bununla birlikte greve çıkma kararının alınmasının da bir süreci var. İşçilerin kimi zaman temsilcileri kimi zaman ise doğrudan dahil olduğu süreçler bunlar ve grev kararları yaygın kanaatin aksine sendika başkanlarının iki dudağından çıkan sözle olmuyor. Kimi zaman hatta bazı sendikalarda çoğu zaman yöneticilerin ağzından çıkan sözlerle, işçiye danışmadan attıkları imzalarla grevlerin işçiye rağmen bitirildiği olur ama işçiye rağmen greve çıkılmasını en azından ben hatırlamıyorum. Bu nedenle bu grevi bir komplo olarak görmek, komployu CHP içi gerilimlerle açıklamak, hatta iyice ileri gidip AKP’ye kadar bağlamak, bunun üzerinden sendikaya ve bağlı olduğu konfederasyona düşmanlık yapmak en hafif tabiriyle gerçeği çarpıtmaktır. Burada tercih edilmesi gereken -tabi eğer genel ücret düzeyinin artması ve örgütlenmenin önündeki engellerin kalkması gibi bir kaygımız varsa- sendikayı düşmanlaştırmak yerine Genel İş sendikasının fikren kendine en yakın (CHP) partinin yönetimde olduğu belediyede grev yapabiliyor olmasını propaganda etmek olmalı. Ayrıca esasen bizle aynı idealleri paylaştığını söyleyen “sosyalizm uzak bir ihtimal”, “CHP’nin oylarını bölmeyin”, “CHP hele bir iktidar olsun önce” diyen sosyal demokrat dostlarımızın da konu ilgili yorumlarını gerçekten merak ediyorum. İşçi’ nin grev hakkını kullanmasının belediye yönetiminin lütfu ve aynı zamanda da zamanlaması nedeniyle ihanet olarak lanse edildiği koşullarda iktidarınızda işçilere dair vaatleriniz ne derece inandırıcı olacak. Çünkü biliyoruz ki söz konusu işçiler olduğunda o doğru zaman hiç gelmez. AKP’li belediyelerde grev yapılamıyor, doğrudur. CHP’li belediyelerde yapılabiliyor ama sendikalar linç edilmeyi göze alırsa. Bu mu daha demokratik, daha özgürlükçü?
Bir uyarı ve hatırlatmada bu vesile ile çeşitli gerekçelerle DİSK’i ya da işçi sınıfının tarihsel kimi kazanımlarını sosyal medyada kolayca harcayan, 1 Mayıs’ın kutlanacağı meydan tartışmasını “ihanet” noktasına vardıran yaklaşımlara yapmak gerekiyor. Sendikalar hatta özellikle belediye iş kolundaki sendikalar eleştirilebilir, bu sendikaların belediye yönetimindeki parti ile kurdukları ilişkiler, bunların hem sınıf hareketine hem de siyasete etkileri eleştirilmelidir, hatta belki de eleştiriyi en çok hak edenlerdir. Ama yaptığımız eleştirinin dozunu ayarlayamaz, bağlamını doğru ifade edemezsek eleştiri eleştirilen özneden çıkar örgütlenme fikrinin bizzat kendisine kadar uzanır. Bir bakmışız sendikaların yönetimlerine dair ağzımızdan dökülen sözcükler, sırf o sendikaya üye oldukları için mücadele eden işçilere karşı kullanılır. En hafifinden üzülürüz.
Yazımı bitirirken şu satırlara kadar yazıyı okumuş olan ve ülkeye dair benimle aynı kaygıları taşıdığını düşündüğüm okurları şu soruların yanıtları üzerine birlikte düşünmeye davet ediyorum.
Esas müsebbibi kapitalizm ve onun bu ülkedeki uygulayıcı iktidarı olan saray rejiminin olduğunu bildiğimiz yoksulluk, insanca yaşamaya yetmeyen ücretler nasıl yükselecek, emeklilerin maaşı nasıl artacak kira, gıda ve yol parasına dahi yetmediğinden maaştan artıp mahalledeki esnafın cebine ulaşamadığı koşullarda, esnaf nasıl yaşayacak. Genel ücret düzeylerini yükselten fabrikalardan, belediye işçilerine örgütlü emeğin mücadelesiyle, kazandığı haklarla yukarı çekebildiği ücretler değil mi? Belediye işçilerinin yıllardır mücadele edip kazandığı ve toplu sözleşmede yer alan her bir kalem için bir sürü söz söyleniyor, imkan olduğunda işverenin bırakın yan ödeme yol yemek dahi ödemeksizin ücret ödeyeceği bilinmez mi, taşeron işçilerin belediyelerde sadece kadroya geçebilme ihtimali umuduyla ne derece düşük maaşla çalıştığı hatırlanmıyor mu? Belediye bütçesinden işçinin cebine giren her fazla kuruş hem genel ücret düzeyini hem o işçilerin yaşadığı mahallelerdeki esnafın gelirini arttırmaz mı?
Kapitalist üretim tarzında bir çalışanın ücretini belirleyen şey aldığı eğitim ya da sahip olduğu diploma mı? Yoksa o alandaki ihtiyaç ile mevcut olan çalışabilir kişi sayısın yani istihdam ile yedek işgücü arasındaki fark ve çalışanların örgütlülük düzeyi mi? Ben profesörüm işçiden nasıl az alırım yakınmaları ücreti belirleyenin birincisi olmadığının sanırım en açık kanıtı. Eğer ikincisi ise bu işçi neden benden fazla alıyor diyen ve daha eğitimli olduğunu düşünen çalışanların, işçilerin yapması gereken örgütlenmek mi yoksa işçi ücretlerine laf etmek mi?
Yanıtım açık. Örgütlenmek. Bu soruya tek başına ne yapabilirim, nasıl örgütlenebilirim diyenler olabilir. Uzatmayacağım, hiç ama hiçbir şey yapamıyorsanız, çalıştığınız yerde çok az çalışan varsa, bu yüzden toplu iş sözleşmesi yapılamıyorsa bile, evden çalışıyor tek bir iş arkadaşınızla tanışmamış dahi olsanız, bir sendikaya üye olabilirsiniz. Açın e-devleti[2], iş kolunuzdaki en direngen sendikayı bulun, seçin ve üye olun. Kişisel olarak belki o an size bir kazanım getirmez ama o sendikanın üye sayısını 1 kişi arttırmış olursunuz. Üstelik sendika aidatı falan da ödemeden yaparsınız bunu. Kim bilir belki o sayede üye olduğunuz sendika o işkolunda toplu iş sözleşmesi yapabilme yetkisi için gerekli olan ülke barajını geçer.
Ve son sorum şu arkadaşlar. AKP’den saray rejiminden kurtulmak istiyorsak ve bunun ancak bugün yaşadığı onca yoksulluğa, düşük ücrete rağmen çeşitli nedenlere iktidara destek veren işçilerin taraf değiştirmesi ile olacağına inanıyorsak eğer ve biliyorsak ki bu işçiler, mesela Sakarya’daki AKP’li belediyelerde çalışanlar, onlar da tıpkı bizim gibi İzmir’de olup biteni takip ediyorlar. Şimdi hep birlikte elimizi vicdanımıza koyup şu soruyu soralım. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde greve çıkan işçiler ve onlara, onların sendikalarına sosyal medyada öfke ile saldıran “muhalif” kitleler ve partiler, partililer. Sizce oradan bu nasıl gözüküyordur?
Birlikte düşünelim.
Yazımı adet olduğu üzere şiirle, Nazım günün anlam ve önemine uygun o büyük özlemimizi ifade eden sözleriyle bitireyim. Güzel günlerde görüşmek üzere..
“Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet…”
[1] https://x.com/evrenselgzt/status/1929798864208372221
[2] https://www.turkiye.gov.tr/csgb-isci-sendikalari-uyelik-islemleri