Ülke koşullarında CHP eleştirisi yapmak hiç keyifli değil. O kadar eleştirilecek şey varken onları yazmak istiyor insan. Fakat 2 gün önce haber sitelerine düşen bir açıklamayı hayretler içinde okudum. Sonra kongre sürecine rağmen parti içinden birileri herhalde ses çıkarır, ‘bu ne biçim açıklama’ der, gereken cevap verilir, yazmaktan kurtulurum diye düşündüm. en azından Genel merkez düzeyinde CHP’nin emek bürosu falan var mesela, Twitter’dan takip ediyoruz. İki laf ederler. Olmadı etrafımda konuşsam bu açıklamayı tasvip etmeyecek kendini solda tarif eden bir sürü CHP’li dostum var, onlar ses çıkarır. Sonra birden aklıma geldi. Dostlarımın muhakkak 'ama'ları vardır. Sorsam, ‘tasvip etmiyoruz ama’ diye başlayacaklar konuşmaya. ‘Anayasaya aykırı ama’, ‘içimiz kan ağlıyor ama’, ‘o öyle öteki de farklı mı ama’….Dostlarımın ‘ama’ sı kolay kolay tükenmez deyip, şaşkınlığımı yazmaya karar verdim. İşte beni şaşırtan sözcükler;

‘Ücret sendikacılığına karşıyız. Şu anda bizim Belediye Başkanlarımızdan fazla ücret alan işçilerimiz var. Tamam kardeşim ücretini al, grev yapacağım diyorsun... Bizi yeniden - hani Erdoğan’ın çok sık söylediği var ya- ‘çöp dağları’ noktasına taşımak istiyorlar. Buna kesinlikle izin vermeyeceğim. Biz adaletten yanayız. Ücret istiyorsan adalete uygun olacak ücretin. Biliyorum Şişli Belediyesinde işçilerimiz var, devletin genel müdüründen fazla aylık alıyorlar.’

Bu sözler, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu tarafından Maltepe Belediye Başkanı ve 1500 Maltepeli ile CHP Genel Merkezi’ndeki buluşmada söylenmiş. Öyle ikili bir sohbette söylenmiş sözler ya da duyum falan değil, gerçek. Muhtemelen haber sitelerinden de okumuşsunuzdur. Şimdi müsadenizle bu cümleleri anlamaya ve yorumlamaya çalışacağım.

İlk olarak anladığım o ki Kılıçdaroğlu, ‘çöp dağları’ sözleri ile 89’daki SHP belediyelerinde yapılan grevlerin eleştirilmesi noktasında Erdoğan ile hem fikir.

Bu ilginç bir durum. Bizde pek olmaz ama özellikle Avrupa’da emekçiler ciddi grevler yapar ve hayatı durma noktasına getirirler. Solcu siyasetçiler bu tür hallerde yönetenlere emekçilerin seslerini duyma çağrısı yaparlar, emekçiler ile dayanışma kampanyaları örgütlerler. Grev hakkını kullanıp hizmetlerin aksamasına tepki ise sağ siyasetçilerden gelir. Zaten grevin amacı hizmet ya da üretimi aksatarak pazarlık gücünü arttırmaktır. Bir yerde ‘çöp dağları’ oluşuyor ise, kendine solcuyum diyenlere düşen o çöpü toplayanların çağrılarına kulak verilmesini talep etmektir. Çöp toplayan insanların gayet rahat bir hayat sürüp sırf inattan greve gittiği düşünülüyorsa o ayrı tabi.

Çöp dağlarından sonra kullanılan cümle ise çok daha vahim. Kılıçdaroğlu diyor ki ‘bunlara izin vermeyeceğim’.

İlk akla gelen soru şu; Nasıl?

Bilmiyor değilim, emek tarihimiz bu konuda hayli zengin deneyimlerle sahip. Mesela iktidarın kamu yararı, kamu düzeni, milli güvenlik gibi gerekçeler ile grevi ertelemesi umulabilir ya da iktidar olunursa bu bizzat yapılabilir, başka şirketlerden hukuksuz biçimde hizmet alıp grev kırılabilir, sendika üyeleri baskı ile sendikadan istifa ettirilip toplu sözleşme süreci sonuçlandırılabilir gibi gibi. Acaba hangisini tercih etmeyi planlıyor kendisi?

Bir de ‘ücret sendikacılığına karşıyız’ cümlesi var tabi. Okuyunca insan, ülkedeki sendikaların ve emek hareketinin en önemli sorunlarından bir tanesinin keyfi, sorumsuz ücret artışı talep eden sendikacılar olduğunu düşünüyor haliyle. Bu cümleye tekrar dönmeden önce bu sözlerin hangi ülkede ve kim tarafından söylediğini tekrar hatırlatmak isterim.

Söylenen ülke Türkiye. Açlık sınırının 2058tl, yoksulluk sınırının 6705tl, asgari ücretin ise net 2020 tl olduğu, sendikalaşma oranı benzeri ülkelere göre çok daha düşük olan, metal işçilerinin sırf maaşlarını alabilmek için gün aşırı Ankara yollarını arşınladığı bir ülke.

Söyleyense sosyal demokrat bir partinin genel başkanı.

Ücret sendikacılığı meselesine gelirsek. Kavramlar, tanımlar önemli. Kavramları kullanışınız, onlara yüklediğiniz anlamlar da öyle. Sizin düşünce dünyanıza, hayata nasıl baktığınıza, politik duruşunuza göre bunlar değişiyor. Hatta onları ele veriyor. Mesela sendikacılıktan işçilerin, emekçilerin hakları için mücadele eden bir kurumu da anlayabilirsiniz, işçiler üzerinde denetimi sağlayan bir mekanizmayı da. Ne beklediğinize bağlı.

Bunları şu yüzden yazıyorum. ‘Ücret sendikacılığı’ tanımı, sol tarafından sendikacılığı sadece toplu sözleşme süreçleri ile sınırlı gören, sosyal hakları, emek gündemini ilgilendiren ülkedeki gelişmeleri dikkate almayan sendikacılık için eleştirel bir biçimde kullanılır. Aynı tanımı liberal çevreler ise işçilerin çıkarlarına odaklanıp -sanki üzerlerine vazifeymiş gibi- iş yerinin çıkarlarını düşünmeyen, sosyal diyaloğa kapalı olarak tarif ettikleri dirençli bir sendikal tavrı ifade etmek için kullanıyorlar. İşte size iki ayrı ücret sendikacılığı tanımı. Kılıçdaroğlu’ nun ifadeleri hangi tanıma daha yakın sizce? Yorumu size bırakıyorum.

Hadi bir an olsun politik tutarlılığı, gereklilikleri bir kenara koyalım ve olaya pragmatist bakalım ve şu soruyu soralım. 'İktidar olmak için oylarını arttırmak ve iktidar partisi seçmeninden oy almak zorunda olan bir partinin liderine bu cümlelerin ne faydası var?' Anlamak güç. İktidar partisinin ekonomik politikaları nedeniyle tabanının en kırılgan kesimi emekçiler. Bu yüzdendir ki iktidar tarafından sürekli yükseltilen bir milliyetçi söylem ve kültürel semboller ile emekçi seçmenle bağ sürdürülmeye çalışılıyor. Bununla beraber sık sık yazıyorum, tekrarlamak zorundayım. Bir seçmenin bir sağ partiye oy verirken saikleri ile sol olduğunu düşündüğü bir partiye oy verirken ki saikleri aynı değildir. Aynı kişi farklı partilere farklı beklentilerle oy verir. Sağ partiye oy veren mütedeyyin, milliyetçi bir işçi sol bir partiye ancak onun haklarını geliştireceği, ekonomik durumu ve sosyal statüsünün gelişeceğini düşündüğü için oy verir. Bu konulara dair sağ partilerin bu seçmen üzerinde kredisi yüksektir, çünkü sağ partilerden beklentisi kendisine yaratacağı sınıf atlama olasılıkları, etrafındaki rant ilişkilerinden pay alabilme ihtimali, olası gündelik çıkarlar ve benzerleri iken, sol partilere oy verme tercihi ancak kendisi gibi olanlarla birlikte ait olduğu bir emekçi topluluğun genel olarak yaşamının daha iyiye gideceğine inandığı koşullarda gerçekleşir. AKP'nin emekçilerin hayatını olumsuzlaştıran uygulamalarının emekçilerde kendiliğinden bir oy tercihi değişimi yaratmasını beklemek, durumu anlamamak anlamına gelir..

 O yüzden, ekonomik, sosyal hakları konusunda hangisi gelirse gelsin bir değişiklik olacağını düşünmeyen, zaten hepsi aynı diye düşünen bir işçi kültürel olarak, inanç olarak kendine daha yakın gördüğü partileri tercih eder. CHP’nin geleneksel tabanına yakın bir kültürel eğilime, inanç dünyasına, yaşam tarzına yakınsa oraya oy verir. Değilse bugün AKP olur, yarın MHP, olmadı İyi Parti ya da bir başka sağ parti. Öyle döner durur. Sonra geriye ‘bu işçiler eğitimsiz o yüzden bize oy vermiyor’ deyip, Çetin Altan gibi ‘eğitimli’ olacakları günü beklemek kalır. Ülkedeki 65’e 35 durumu öylece devam eder.