T24’te sinema yazmak üzere başladığı seri, taziye evine dönüşmeye başlamıştı ve bunu bilerek yapıyordu. Yaşam kadar ölümlerin de hakkını vermek isteğiydi bu. Şimdi benzer bir yazıyı onun ardından yazdığıma inanamıyorum elbette. Hiç komik olmayan bir şakaya benziyor bu yazının başına oturuşum. Hiçbir zaman almak istediğini veren biri olmadı ama giden dostların ardından yazarken eminim bu ihtimali, benim de bir gün onun arkasından yazma ihtimalimi bir-iki defa düşünmüştür.
Günde bir taşı binâ-yı ömrümün düştü yere,
Can yatur gâfil binâsı oldu virân bî-haber.
Dil bekâsın, dost fenâsın istedi mülk-i tenin,
Bir devâsız derde düştüm ah ki Lokmân bî-haber.
Bir ticaret kılmadım ben nakd-i ömr oldu hebâ,
Yola geldim lîk göçmüş cümle karbân bî-haber.
Çün “gel” oldu yalnız girdim yola tenhâ gârib,
Dîde giryân sine büryân akıl hayrân bî-haber.”
Babam, 13 Eylül 2024’te yayınlanan “Kuvvetli bir alkış ve fenomenler” yazısıyla onca karmaşanın, görüşmelerin, meclis nöbetlerinin arasında T24 yazarı olmuştu. Bu kararın ve isteğin arkasında ise birden fazla motivasyon vardı.
Birincisi, çok sevdiği dostlarının yapıtlarının ağız tadıyla değerlendirilmediğini düşünmesiydi. Sevdiği filmlere, şarkılara, kitaplara hakkını vermek istiyordu. Belki de bu yüzden ilk yazısı Berkun Oya’ya ve Oya’nın sinemasına karşı hissettiği heyecana adanmıştır.
İkinci yazı, ona yer yer kendi dedesini anımsatan başrolü ve içindeki aşk hikayesinin kırılganlığı sebebiyle Yılmaz Erdoğan’ın Ekşi Elmalar filmine adanmıştır. Üçüncü yazı“ağlamak gülmenin kardeşidir, ağlamayan gülemez ki” duygusunu ve babamın kimselerin pek bilmediği “yoksulluk ve dişsizlik” kombinasyonuna karşı hissettiği derin acıyı besleyen hikayesi ile Cem Yılmaz’ın “2 Arada” filmine adanmıştır.
Yılmaz Güney’in Umut’u, Zeki Demirkubuz’un Yeraltı filmi, Kadir İnanır’ın babamca bir biyografisi, Ghobadi’nin doya doya anamızı ağlattığı Sarhoş Atlar’ı, Kandıra Cezaevi’ndeyken babama doğru ortopedik ayakkabıyı götüren dostu Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı, Uğur Yücel’in Yazı-Tura’sı, hemşehrimiz canımız merhum Kahtalı Mıçe’nin anıları ve son olarak da babamdan kısa bir süre önce kaybettiğimiz Volkan Konak’ı uğurlama yazısı…
İşte T24’teki tüm yazıları bu kadardı. Sinema yazmak üzere başladığı seri, taziye evine dönüşmeye başlamıştı ve bunu bilerek yapıyordu. Yaşam kadar ölümlerin de hakkını vermek isteğiydi bu.
Sıra geldi ikinci motivasyonuna. Özlem ve sıkıcılığın reddi.
Şöyle de diyebiliriz; Radikal’de yazdığı günlere duyduğu özlem ile siyaset konuşmaktan yaşadığı sıkıntının bir ilacı olmuştu bu iş.
Üstelik ben, eşim ve babamdan oluşan çekirdek grubumuz için de bir ritüele dönüşmüştü. Yazıyı yazıyor, daha bitirmeden bir telefon geliyor bize: “Evde misiniz, uyudunuz mu? Beş dakikaya sizdeyim.” Beş dakika sonra bir mesaj daha: “Kapııııı.”
Hiç sohbete muhabbete girmeden koltuğuna oturup yeni yazıyı bize sesli okuma ritüeli.
Arada kaçamak bir bakış atarak acaba beğendik mi diye kontrol, her seferinde ağlamamız ve ağlatmayı başardığından emin olunca gelen “haydi bir kahve yapın bana.”
Sonrası sınırsız dedikodu, sohbet ve YouTube’da en fazla 126 kişinin izlediği bir video açtırıp izletmesi, çok gülmemiz, çok güldüğümüzden emin olunca -gece 2 civarı- gelen; “haydi gençler ben kalkayım, yarın Ankara’ya gideceğim.”
Şimdi benzer bir yazıyı onun ardından yazdığıma inanamıyorum elbette. Hiç komik olmayan bir şakaya benziyor bu yazının başına oturuşum. Hiçbir zaman almak istediğini veren biri olmadı ama giden dostların ardından yazarken eminim bu ihtimali, benim de bir gün onun arkasından yazma ihtimalimi bir-iki defa düşünmüştür. Ölüm, onun düşünmediği bir konu değildi. Zaman zaman içini sıkıntıya boğan, zaman zaman cilveleştiği bir soru işaretiydi. Bazen gecenin bir yarısı bana telefon açtırıyor, bazen de hiç sevmediği kan tahlillerinden, tetkiklerden kurtulmasını sağlıyordu ölüm düşüncesi. Neticede kendisinin de dediği gibi, insanı ölümünden koruyan tek şey eceliydi.
Yine de aramızdaki tek sitem konusuydu ölüm.
Yazının girişindeki Niyâzî-i Mısrî dizeleri “Ölürsem mezar taşıma yazdırın” mesajı ile üç-beş yakın arkadaşına gönderdiği bir şiirdendir mesela. Bana göndermemişti, ben hasta olduğunu söylemesinden hoşlanmazdım. Ölümden bahsetmesinden de. “Ölürsem mezarımda keman çal” demişti ben küçükken. Keman çalmayı da öğrenemedim zaten.
Bu kadar hüzün yeter. Onun, arkadaşlarına yazdığı sinema yazılarına benzetmeliyim şu yazıyı.
O sıralar deterjan alma satma işi yapan, 42 yaşındaki Sırrı’nın her şeyi bırakıp Beynelmilel’i yazmasının ve çekmesinin bizim evde yarattığı curcunayı anlatayım size.
2004 civarıydı, ben 12 yaşındayım. Babam, amcamlarla deterjan işi yapıyor. Bir şekilde özel okula yazdırılmışım. Babamın yaklaşık 8 yıl cezaevinde kaldığı yıllar bitmiş, kamyonculuk dahil her türlü iş yapılmış ve sonunda biraz biraz ev ekonomisi toparlanmış…
Aile boyu bir iş kurulmuş ve fena da gitmiyor demek ki. Baba-kız baş başa yaşamaktayız. Ne bulursak onu yemekteyiz, akşamları kahvaltı etmekteyiz. Ama mutluyuz orası kesin. Yine de bocalıyoruz, evin düzeni temizliği, formalarımın durumu hak getire. Sınıftaki çiçek gibi ütülü ve örgülü kızlara özeniyorum. (:
Arada yardım için işe gelip giden ablalar oluyor ama bazen paramız bittiği için, bazen de ikimiz de yalnızlığımızı sevdiğimiz için beceremiyoruz, sürdüremiyoruz yardım almayı.
“Ceren ben çocuk bakmayı bilmiyorum, ihtiyacın olan her şeyi senin açıkça söylemen lazım” diyor. Söylüyorum, çırpınıyor ve yapıyor. Sonra bir tanecik babaannem yetişiyor imdadımıza. Adıyaman’dan kalkıp geliyor ve hayatımız güzelleşiyor. Bana okuldan önce kahvaltı hazırlanıyor, sınav günleri köfte patates kokusu sarıyor evimizi. Okuma yazma bilmemesine rağmen ders bile çalıştırıyor akşamları ve ezberden okuyor Divan şiirlerini. Neredeyse şımarık olacağım.
Evimiz kitap dolu, babam işten geliyor odasına çekiliyor. Gece yarısı tıkır tıkır sesler duyup yanına gidiyorum, yazıyor. Sonra çok eskimiş klavyesinin altına kumaş koyduğunu fark ediyorum, ses çıkarıp uykumu bölmemek içinmiş. Bakın farkındaysanız yine gözümün yaşı damlıyor yazıya ama böyle yapmamamız lazım.
Aylar geçiyor, geceleri tıkır tıkır devam ediyor bizimki. Sonra bir gün “Konuşmamız lazım”diyor bana. “Ben işi bırakıp kitap yazacağım.”
“İyi” diyorum, yaz?
“Ama seni okuldan almam gerekecek, bir süre para kazanamayacağım.”
İyi diyorum, al?
Okul da çok umrumdaydı. Beni iki sene gidebildiğim özel mi özel okuldan alıyoruz. Mahalledeki okula yazılıyorum. Mis. Zaten çok okul değiştirmişim, çok ev değiştirmişim, ruhum bile duymuyor.
Kitap ihtimali için heyecanlıyım.
Baba diyorum, kaç satarsa bir daha başka iş yapman gerekmez? “Çooook” diyor. “Kitap satmakla olmaz o işler.”
Peki, olsun.
Kitabın ismi “O tozlar, bu çamurları getirdi” olacak. Bölümlerden oluşuyor, bir bölümünün ismi de “Beynelmilel.” Sonra hocamız canımız ciğerimiz pirimiz Barış Pirhasan ile tanışıyor. Beynelmilel’i senaryolaştırma fikri çıkıyor ortaya. 60 yaşına geldiğinde bile Barış Hoca’dan, Elif Ayan’dan, Senaryo Stüdyosu’ndan bahsederken gözünde beliren parıltı, başka hiçbir ışığa benzemiyor.
Kısa zaman içinde bizim kitap büyüyor da büyüyor. Rahmetli Meral Okay ile tanıştırılıyor, sıkı dost oluyorlar ve BKM, değerli abilerim Necati Akpınar, Yılmaz Erdoğan ve çok sevdiğimiz Zümrüt Arol Bekçe giriyor hayatımıza.
Çok heyecanlanıyoruz: Vizontele’nin BKM mi?!!!
Bu kısımları dostları daha güzel anlatacaktır çünkü ben o sıralar 13 yaşında bir çocuk olarak, kitabın çoooooook satıp babamın hiç işe gitmeden evde yazarlık yapmasından başka bir şey hayal etmiyorum.
Aylar aylar geçiyor. Babam Sezen Aksu’ya bir mektup yazıyor (belki hâlâ kendisindedir).
Mektupta elbette önce bir hikâye anlatıp finalde konuyu Sezen Aksu’nun Beynelmilel’de oynamasını isteyişine bağlıyor. O iş olmuyor ama başka bir şeye vesile oluyor. Yazdığı mektubu bana sesli okumasına. Okuyor, ağlıyorum. Ağladığımdan emin olunca “haydi bir kahve yap bana.”
Sonraki 20 yılımızın sesli okuma sistemi böylece kuruluyor. Kendimi otorite gibi hissediyorum.
Aylar durur mu? Geçmeye devam ediyor. Bir heyecanla çalışma odasına davet ediliyorum, meyve soyma siparişi şartıyla. “BKM ile anlaştık. Filmimiz olacak!”
Allaaah, bir seviniyorum ki. Film, kitaptan daha çok kazandırır herhalde?
O zaman bir daha hiç başka iş… Harika.
Çekim zamanı yaklaşırken, okulum da tatil olacak. Nadiren yaptığı “ciddi” konuşmalardan biri için davet ediliyorum bu sefer. “Bak kızi, bu film benim için çok önemli. Dünya yansa seti bırakamam ama burnun kanasa İstanbul’a dönmek zorunda kalırım. O yüzden sen de benimle sete geleceksin. Çok uyumlu olmaya ve yardım etmeye çalışmalısın.” Etmem mi yahu? Tasımızı tarağımızı toplayıp çekimlerin yapılacağı Tarsus’a gidiyoruz.
Hemen şunu fark ettiğimi hatırlıyorum. Burada baba-kız değiliz. Burası 42 yaşındaki Sırrı’nın hayalini gerçekleştirdiği, hiçbir set deneyimi olmadan yönetmenlik yapabileceğine BKM’yi ikna ettiği, dolayısıyla hakkını vermek zorunda olduğu bir yer.
Sanat ekibinde çıraklık yapıyorum, kostüm ekibine ütü yardımına gidiyorum. “Allahım grip bile olmayayım” diye dualar ediyorum.
Film çekiliyor, bitiyor. Kurguya da gidiyorum, color’a da.
Koltukta sandalyede uyuyuveriyorum.
Gala günü gelip çatıyor. Bir bakıyorum ilk defa kendine yeni ve janti bir takım elbise almış.
Yeşilimsi de bir kravat. Bana da siyah bir elbise ve kravatla uyumlu yeşil babet.
El ele giriyoruz salona, bence kalp çarpıntımız her yerden duyuluyor. Gözümün önünde birinin emeği karşılık bulacak.
Dolup taşan salonda herkesle birlikte ilk defa izliyoruz filmi. Kahkahalar koptukça, hıçkırık sesleri geldikçe dönüp bana bakıyor. Ağlıyorum, ağladığımdan emin olunca…
Sonra aramızda kalsın ama o ay ne zaman Taksim’e gitsek, bulduğumuz rastgele seanslara girip gizlice oturuyoruz en arka koltuklara.
Hem salon dolu mu diye bakacağız, hem de seyirci gülmesi gereken yerde gülüyor mu diye. Yüzünü kimsenin tanımamasından bulduğumuz hafiflikle, canımız ne isterse onu yapıyoruz. Bizden kime ne?
Haydi Beynelmilel’den bir replik ile noktalayalım -ki bu replik babamın aşka bakışının bir özetidir- ve sonra da bir kahve yapayım size.
“Nasıl desem; desem sana dert, demesem bana dert. Keşke biz seninle aynı evde olsaydık, o zaman ben sana sabahlara kadar kayıt yapardım. İşte sen de bana kitap okurdun. Öyle bilinçlenirdik.”