Yaşadığımız ülke tam bir gariplikler ülkesi halini aldı. Gündem o kadar değişik ve yoğunki hangi birini dert edeyim diye düşünmenin yanında hangisini yazayım diye düşündüğüm de çok oluyor. Ben kararımı verene kadar da gündeme yeni bir konu girmiş oluyor.

Pandemi sebebiyle birçok meslek grubu zor günler geçiriyor. Bunların en başında müzisyenler geliyor. Birçok meslek grubu için çözümler üretilmeye çalışılırken müzisyenler için çözüm üretmek bir yana dursun önlem adı altında yapılan saçmalıklarda ilk kurban edilenler de yine müzisyenler oluyor.

Bazı bunakların kapatın diye bağıracağı etkili bir meslek örgütlenmeleri de mevcut değil. Belki de bu sebeple 100 müzisyenin ekonomik zorluklar sebebiyle intihar ettiği gündemde yer edinemiyor. Yakınlarım bilir. Müzik benim için çok kıymetlidir. Bu hayatta isteyip yapamadığım şeylerden biridir enstrüman çalmak. O nedenle enstrüman çalmayı başarabilen insanı, özel ve seçilmiş insan olarak görürüm. Bu özel ve seçilmiş insanların sessizce ve acı bir şekilde aramızdan ayrılıyor olmalarını yediremiyorum insanlığıma.

Neden değersiz bu kadar insanımız? Avukata, doktora terörist diyen, müzisyeni gereksiz bulan bu zihniyet niye altın çağını yaşıyor. Sanata, eğitime saygı duyulan zamanlar neden bitti? Bu sorular ile kendi kendime söylenirken eski meslektaşlarımın yaşadığı cehennemi duyurdu haber kaynakları.

Keçiören Eğitim Araştırma Hastanesi Acil Servisinde hasta yakınlarının saldırı girişiminden barikat kurarak kurtulan sağlık çalışanlarının haberini görünce ister istemez geçmişe kaydı belleğim. Yoğun bakımda hemşirelik yaptığım yıllara. Bizim servise de korunaklı olsun diye demir kapı takılmıştı. Ama tamamen kapatılması içerinin görülmesine engel olur diye cam kapının sadece ortası değiştirilerek demir kapı yapılmıştı. Ahh! O servisin iki camın ortasına yapılmış demirleri ile güvenlikli camları ile şeffaf kapısı…

Bazen yanlardaki camı, bazen ortadaki demir kapıyı anlamsız bulsak da en azından kapalı bir yerdeyiz diye şükrederdik çoğunlukla. Çalınan zil ile ya da demir kapının ortasında yapılmış pencereden kafasını uzatan birinin sesi ile kapıyı açmaya çıkardık yoğun bakımdan. Birçok sağlık çalışanına göre daha korunaklı sayılırdık bu sebeple. Hasta yakınları ile gerektiğinde görüştüğümüzden hastalar ile daha çok ilgilenebiliyorduk doğrusu olduğu üzere. Yine de hastanın kaybedilmesine sinirlenen ya da ziyaret yasağını delmek isteyen insanların sözlü saldırısına uğradığımız oluyordu. O zamanlar ülkede meslek sahibi insanlara bugüne nazaran biraz daha fazla kıymet veriliyordu. Avukata doktora terörist, müzisyene gereksiz denmiyordu en azından. Belki de bu sebeple size anlatacak fiziksel şiddet hikâyesi yaşamadım meslek hayatımda.

Hikâyenin anlaşılabilir olması açısından birkaç özet bilgi vereyim. Yoğun bakım ekibi hastanın her şeyi ile ilgilenir. Hastayı yerinden mümkün mertebe oynatmadan yapılmaya çalışılır bütün işlemler. Bu sebeple de röntgen çekmekte ekibin işine dâhildir. Hastayı yatağından kaldırmadan röntgen çekmek için de yoğun bakımlarda portatif bir cihaz bulunur. Bizim de çok gelişmiş olmasa da hiç yoktan iyi olan bir röntgen cihazımız vardı. 6 atıştan birinde röntgen çekmeyi başarabiliyor olması dışında da sorunu yoktu.

Röntgen çekmek isteyen doktor, demir levhalı önlüğü üzerine geçirir makinenin başına geçer bizde röntgen plakasını hastanın yatağında röntgen çekilecek yere yerleştirirdik. Eline butonu alan doktorda “saklanın” komutu vererek röntgeni çekerdi. X ışınlarından korunmak gerekiyordu malum. Makinenin her röntgen çekme girişiminde dışarı çıkmak mümkün olmadığından ve koruyucu önlük sadece doktorda olduğundan kalanlarımız yoğun bakımda bulunan kolonların arkasına saklanarak korunurduk. Ya da korunduğumuz sanırdık bilmiyorum. Korunma içgüdüsü ile komutu duyan herkes bir kolon seçer ve saklanmak için ona doğru koşardı. Bazen röntgen hazırlığı yapanı fark etmeyip hazırlıksız yakalandığımız ve aynı kolonu seçtiğimizden birbirimize çarparak yerlere düştüğümüzde oluyordu. Sıkıntılı işimizi eğlenceli hale getirmek için gülmeye sebep arayan bir topluluk olduğumuzdan kahkahalar ile karşılıyorduk bu durumu. Her zaman yaptığımız gibi ağlanacak halimize gülüyorduk anlayacağınız.

Yine röntgen çekmeye çalıştığımız bir nöbetti ve saat gece 03.00 sularıydı. Tam kolona doğru koştuğum sırada kapının çılgınca çalan zilini duydum. Açamazdım X ışınlarından saklanmak zorundaydım ve kolonun arkasına sığınmak ile meşguldüm. Bitince açardım nasılsa. Atış başarısız olup “çıkmayın” diye komutun tekrarlanacağını hesaba katmamıştım elbette. Kapı zili şiddeti artıyor tekmelenme sesi ekleniyordu. Her atışta bir sonraki kolona geçerek kapıya yaklaşmaya çalışıyordum. 5. başarısız atışta iç kapıdan çıkabildiğimde demir kapının küçük penceresinden uzanmış bir kafa “neden kapıyı açmıyorsunuz” diye hiddetle bağırıyordu. Yoğun bakım burası kapı açılmaz zaten normalde diye aynı hiddetle adama cevap vermek isteyen iç sesime rağmen “beyefendi içeride işimiz vardı açamadık” deyiverdim kendime şaşırarak. Adam ise sinirinden bir gram eksiltmeden “ne işi yahu buradan görüyorum içerde oyun oynuyorsunuz, aldığınız parayı hak edin biraz ” dedi. Adam korunaklı kapımızın yanlarda bulunan camlarından bizim kolon arkasına saklanmalarımızı görmüş ve saklambaç oynadığımıza kanaat getirmişti. Üstelik ona göre de aldığımız maaş ile yoğun bakımı kreşe çevirmiştik. Artık duyduklarım karşısında iç sesime söz geçirmemin imkânı yoktu. Uykusuzluktan doğru düşünemeyen beynimin komutu ile hızla kapıya yöneldim ama sesleri duyup odasından çıkan uzman doktorumuz ben kapıya yetişemeden aramıza girdi.

O zamanın şehir eşkıyaları doktordan henüz çekiniyordu. Hemşire gördü mü aslan kesilenler doktor gördü mü süt dökmüş kediye dönebiliyordu. Yıllar içinde engel ile karşılaşmadıklarından şimdi doktor hemşire fark etmeden saldırıyorlar. Aramıza giren doktor eliyle bana dur işareti yaparken adama o an sorulabilecek dünyanın en mantıklı 2. sorusunu sordu;

-Neden bağırıyorsunuz?

Adam sesini alçaltmış ve elinden geldiği kadar kibarlaşmış haliyle;

-İçerde oyun oynuyorlar, kapıyı çalıyorum açmıyorlar, bekliyorum kaç dakikadır.

Diyerek kendince haklı çıkmaya çalışıyordu.

Ve doktordan o an sorulabilecek dünyanın en mantıklı 1.sorusu geldi;

- Siz neden gelmiştiniz?

Sahi niye gelmişti. Gecenin üçünde yoğun bakımın koca demir kapısını tekmeleyecek kadar önemli ne olabilirdi ki? Okurken “yazık adamın derdi vardı herhalde” diye hala mantık uydurmaya çalışanlarınız vardır aranızda. Bende onca şeye değecek bir sebep duyayım isterdim emin olun. Adamın önemli sorusu şuydu;

-Plastik cerrahi nerede?

Bunu duyduğumuzda doktor beyle birbirimize bakakalmış ve sadece 3 adım ileride olan plastik cerrahiyi işaret edebilmiştik. Elimden gelse yoğun bakım kapısına cahil özgüveninden görülebilecek şiddet ihtimaline karşı barikat kurardım. Ruh sağlığımızı başka türlü korumak mümkün değildi. Ama yıllar sonra Keçiören’deki sağlıkçıların yaşadıklarının videosunu görünce o demir kapı olmasaydı vücut sağlığımızın da maruz kalabileceği zararları düşünmeden edemedim.

Olayın ardından sağlıkçılara sahip çıkıp şiddeti lanetlemek yerine, “şiddet olasılığına karşı kapıyı kapalı tuttular” diyerek şiddeti yok sayan ve aklımız ile alay eden açıklamayı duyduğumda da bu hikâye geldi aklıma. Sayın bakan olay sonrası “sağlık çalışanları sizlere daha iyi hizmet etmek adına iş olmadığı zamanlarda saklambaç oynuyorlardı, vatandaşımızda onlara eşlik ediyordu” dese daha yaratıcı olur ve emin olun buna inanan daha çok insan çıkardı.

Şimdi ülkemde yaşananlara bakıp bana lazım olan soruyu soruyorum;

-Psikiyatri servisi nerede?!!!