“Kimi neşeden kimi kederden” kimi suskunluktan…
Laf lafı açar, konu konuyu, proje üstüne proje geliştirilir bir kadeh yudumlarken… Kimse itiraz etmesin, öyledir anason kokulu rakı masaları. “Nerede kalmıştık” diye başlar, sadece “memleketi kurtarmak”la kalmayıp dünyayı kurtarmaya soyunur insan. Bir ulvi törendir rakı içmek. Gerçek bir masa olmalıdır, masada mezeler, buz gibi soğutulmuş su, üzerindeki tomurcuklanmış damlacıklarıyla buğulu rakı şişesi… O kadarla kalmaz tabii; sohbet ister bir de o masa. Ağız dolusu gülebilmek, gerektiğinde gözyaşlarına boğulmak için. Her ne olursa olsun, bir kadeh rakı yaşamın güzelliğini yaşatır; kesin bilgi.
Böyle bir masada, Metin Solmaz ile Hakan Kaynar (soyadıyla uyumlu olsun diye) kaynatırlar, keyifle. Konu konuyu açtığında bir projeye dönüşür konuşulanlar. Rakı masasında konuşulan rakı masasında kalır diye biliriz, ama bu ikilinin konuştuğu, bırakın o masada kalmasını, herkese ulaştı en sonunda.
Solmaz, yılın da etkisiyle 100’üncü yıl için bir kitap önerir Kaynar’a… “kolay” diye yanıtlar meysever akademisyen arkadaşı… Ama iki dudağın arasından çıktığı kadar “kolay” değildir “olay”. Şöyle yapsak… olmaz! Böyle yapsak… yapıldı ya… Peki, bunu denesek… sanki olmaz gibi…
Su gibi geçip gider üç yıl. İki arkadaş, bırakmazlar geliştirdikleri projenin peşini. Bir yol bulurlar. İyi ki de bulurlar!
İlk kadeh Cumhuriyet’e!
Kronolojik bir kitap değil “100 Dublede Cumhuriyet Tarihi”, çünkü kadehte durduğu gibi durmuyor ki hayat! Konu konuyu çağırıyor, konu anıları canlandırıyor, şu ayrıntı kendini buraya koyduruyor (sakın alınmayın, kimi zaman aynı ayrıntıyı farklı bir cümleyle bir daha okuyabilirsiniz), kişiler mekân, zaman ve zemini çağrıştırıyor, yine karışıyor kronolojik dizilim. Varsın olsun, daha güzel, daha keyifli. İlginç de…
Bu bir kitap değerlendirme yazısı… Yeri belli, okunurluğunun düşmemesi için (malum, okuryazar bir millet değiliz, laftadır o “belgesel izliyorum, kitap okuyorum” sözleri) kısa kesilmesi de gerekir. Ancak ne yardan geçebilir bu satırları yazan, ne serden. Öyle keyifli, öyle akıcı, öyle içten(lik)li ki, ister istemez her anıyı, her anlatıyı, her kişinin yaptıklarını, yazdıklarını aktarmak istiyorum. Mümkün mü?
Keyfinin kâhyası…
Kitabın editörü, “Önsöz Yerine Bir Yer Göstericinin Daveti” başlığıyla, bana ‘yardım ve yataklık’ yapıyor bilmeden; “Nasıl okunacak peki bu kitap? Şöyle bir okur geliyor gözümün önüne: Çekilmiş köşesine, dublesini almış, belki mevsimine göre bir salkım üzüm, belki klasik kavun peynir ya da nazire olsun diye bir küçük tabak leblebi. Muhabbet onu bekliyor sayfalarda. İstediği yerden başlayabilir, istediği konuyu atlayabilir. Keyfinin kâhyası yok, en azından bu kitap dâhilinde.”
Bu yıl, don vurunca ağaçlara, meyve o kadar az ki, içecekse de insan, kirazla değil, düş(ünce)lerinde yaşattığıyla kaldıracak kadehini. Kaç yıldır, egemen erkin de desteğiyle ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, ekolojik onlarca sorun içerisinde beslenme, barınma, sağlık, eğitim gibi temel insan edimlerinden uzakta hep hayalle içiyoruz zaten. Hele, rakı değil de “rakımsı” ile idare ettiğimizi söylemeyeyim bile.
Cumhuriyet’i, 100 yaşında olsa bile, 100 kadehe sığdırmak rakı için bile çok güç. En tam da o nedenle -boşuna başka gerekçe aramayın, buzağının altında- her kadeh bir konu, bir olayla kalmıyor; birbiri peşi sıra ekleniyor anılar, bilgiler, belgeler.
Şiirler, şarkılar, renkler, öyküler, güzellikler…
Cumhuriyet’in rakı tarihini, siyasetçisiz, yazarsız, şairsiz, sinema(cı)sız, ressamsız anlatabilir misiniz? Hakan Kaynar iyi kotarmış. Atatürk de var, Başvekil Adnan (Menderes) Bey de… Semiha Berksoy da var Nâzım Hikmet de… tabii, şiirlerin dizeleriyle fırçaların buluşturduğu renkler de, doğal güzellikler de. Mimar Arif Hikmet Koyunoğlu’nun, Enver Paşa’ya benzettiği paşa ile trende rakı içmesini unutmamalı… Diğerleri yok mu? Olmaz mı hiç! Var, onlar da var, daha onlarca anekdotla birlikte, ama hepsini aktaramam ki! Üzgünüm.
Yine de siz(ler)i kırmadan, Tophane’de, yasalara aykırı olsa da, polisin göz yummasıyla kuşkusuz, kumar oynatan Arap Nasri’nin (Örücü), İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Aygün’den 100 tabanca aldığını çıtlatayım kulağınıza; gerisi tabii ki sizin…
Ay ışığı ile eşeğin kuyruğu…
İstanbul’un hemen her yerinde meyhaneler baskı altında… Fener’deki Çınarlı Gazinosu’nun sahibi Koço belli ki içerlemiş yapılanlara. Müşterilerinin masasına oturmuş, çok mu içmiş, ne! Belki de güvendiğinden masadakilere… “Türk memurların da, Türk devletinin de…” diye başlamış… dedik ya, şişede durduğu gibi durmuyor diye Nuri’nin “izzet-i nefsine ve hissi milliyesi”ne dokunmuş söyledikleri, çekmiş tabancasını öldürmüş Koço’yu. “Koço hayatta olmadığına göre salla gitsin lokantacı Nuri” diyor yazar… Ayrıntısı da ilginç muhakkak ki.
Vâlâ Nureddin’den aktarılıyor kitapta: “Türklüğü tahkir… Kanun, bu küstahlığı yapacak olanları cezalandırdığı için pek çok kimseler de buna sığınarak çapraşık vaziyetlerden zeytinyağı gibi üste çıkmak için attıkları tokadın, soktukları bıçağın, kırdıkları her türlü potun, hatta kıydıkları canın mubahlığını böylece izah ediyorlar.” Konu, Rum kızına abayı yakan adam, karısından boşanamamış. Rum kız da para istemiş, hem de bulması mümkün olmayacak meblağda, bir de “Siz Türkler hep böylesiniz, Jack getirecek o parayı” diye kızıştırmış ortalığı… “Ya benimsin ya kara toprağın” kanunu işlemiş sonunda. Sonu daha da ilginç: Kadın da erkek de Anadolu Ajansında çalışıyorlarmış, olay da hiç anlatıldığı gibi olmamış… “Ne yapalım? Suzan gibi artık konuşamayan müvekkillerine ses olan avukatlara mı içelim; gerçeği örtmek için vatan, millet, din, iman gibi değerleri kullanmaktan çekinmeyen faillerin yalanlarına izin vermeyenlere mi?” Siz karar verin.
“Ay ışığı ile eşeğin kuyruğu arasındaki diyalektik bağı” kuruyor Hakan Kaynar. Bir dublede (aslına bakarsanız üç) Abdullah Çatlı’dan Alaettin Çakıcı’ya, Nuriş’lerden diğerlerine, onlara arka çıkan asker ve polislerden Hrant Dink’e, ondan da “su çatlağını buldu” (bu öyküyü biliyorsunuzdur, değil mi?) deyişine geçiyor. Sonunu da, “Rakı masası da hayat gibi. Nasıl her ânımızda neşeli değilsek yaşarken, bazen kadehlerimizi dudaklarımıza götürürken de susarız. Şimdi de susalım” diye bağlıyor.
Meclisler çok da Meclis tek!
Dubleler boşaldıkça günümüze kadar geliyor tarih. Sadece, “Başkanlık konusunda niyetlilerin sonuncusu Demirel, kısmetlilerin birincisi Erdoğan diyebiliriz pekâlâ. Hani elimizdeki kadehte viski olsa hiç düşünmeden -istediğinde vermiyor diye eşi Nazmiye Hanım’dan evinin kuytu köşesine şişe sakladığı için- Süleyman Demirel’in şerefine içelim derdim ama hayır. Sofrası da bir tür meclis olduğuna göre rakının, başka başka fikirlerin özgürce tartışılıp toplumdaki her rengin eksiksiz temsil edildiği meclislerin özlemiyle diyeyim, haydi şerefe!” alıntısıyla bitireyim.
Ben, hak ettim, bir kadeh rakı(msı) koyacağım kendime, siz(ler) de kitabın sayfalarını aralarken o tadı duyumsamakla yetinmeyecek yudumlamak isteyeceksiniz, inanıyorum.
100 Dublede Cumhuriyet Tarihi (Çalışmadığınız yerden)
Hakan Kaynar
Tarih, anı, mizah, belge
Overteam Yayınları, Mayıs 2025, 446 s.