Yeniden Merhaba,

Yok, bu sefer hikâye anlatmayacağım. Anlatacak hikâyem kalmadığından değil. Ama bu yazıda neden ve nasıl yazmaya başladığımı, bu hikâye anlatıcılığına nerden tutunduğumu anlatmaya niyetlendim… Estağfurullah,“roman nasıl yazılır, yazmak isteyenlere tavsiyeler” gibi bir şey değil elbette ki. Haddimizi biliriz evelallah. Benimki tamamen kişisel bir dert...

Aslında bu niyetimin Elke ile ilgisi var. Tamam, “ilgi” diyerek üçkâğıda meylettim, yalan yok, apaçık tek sebebi o! Napayım, hep onu konuşmak istiyorum. Hatta sadece ondan konuşalım, herkes bana onu sorsun, üzerinde tartışalım, eleştirelim, kritiğini yapalım istiyorum. Arkadaşlarla toplaşıp tatlı sohbetler edelim ve sohbetlerin mutlaka Elke’den geçen patikaları olsun istiyorum. Cümle aralarındaki virgüller hep ona çıksın istiyorum… Yeni aşka düşmüş gibi, görmemişin çocuğu olmuş gibi bir ruh hali benimkisi… Çünkü son üç haftadır, benim için dünya Elke’nin etrafında dönüyor. Çok safça bir romantizm benimkisi biliyorum, biliyorum ama ben onunla yatıp kalkıyorum diye herkesin de gündemi Elke sanıyorum. Gülmeyiiiin… Gerçek dünya öyle değil, elbette biliyorum… Dünkü çocuk muyum ben, tabi ki biliyorum… Herkesin işi gücü var, farklı uğraşları, hayat telaşları, hem akan bir hayat var. Ülke normal seyrinde gitmiyor ki insanların tek bir gündemi olsun. Bir de o gündem gelsin tak! senin kitabın olsun. Herkes şak! diye Elkeci olsun… Olacak iş mi? Tabii canım, biliyorum elbette öyle olmadığını. Hem altı üstü bir kitap yazmışsın, elâlem iki yılda bir kitap yazıyor ve her kitabı best-seller oluyor. Sonra “Sen kimsin köpek!” diyorum. Diyorum da, ruhuma söz geçiremiyorum. Ruhum şımarık bir kuş, zavallı bedenim peşinde per perişan sürükleniyor kaç haftadır.

Ve buna son vermek niyetiyle bu yazıyı kaleme alıyorum. Yüksek müsaadenizle bu ihtiyacımı bu yazıda gidereceğim. Sizi orda burda tek yakalarsam asla konusunu açmayacağım bir daha, söz! Siz ısrarla açarsanız o başka tabi… Konuşuruz azıcık ucundan canım. Konuşuruz değil mi?

***

Herkesin hayatında kırılma noktaları vardır. Ya da dibe vurduğu, yerlerde süründüğü, çalacak kapısının kalmadığı, olmazlara sardığı, hayatının alt üstlerini yaşadığı süreçler… Ve bizi biz yapan, bugünkü varoluş halimizi şekillendiren, karakterimize ve davranışlarımıza yön veren faktörlerdir hayatımızdaki kırılmalar, kayıplar ve kritik virajlar. Bir şekilde atlatır yola devam ederiz. Ben, eyvallah deyip devam edenlerdendim. Ama son seferinde öyle olmadı. Tökezledim. Düştüğüm yerde kalakaldım.

Hayatımın akışını değiştiren, bütün yargılarımı ters yüz eden, inandıklarımı, doğru bildiklerimi sorgulamama ve kendimi hesaba çekmeme sebep olan olaydan çok, bununla nasıl baş etmiş olduğumun hikâyesi de diyebiliriz buna. Sancılı ve uzun bir süreç oldu aslında.

3-4 yıl öncesi… Tam tarihi veremiyor oluşumun psikoloji biliminde bir tanımı ya da açıklaması vardır. İşte 3-4 yıl öncesi. Gittiğim yerden bu şehre yenilmiş, bozguna uğramış, cehennemden zor bela kurtulmuş ama gelirken birçok şeyini kaybetmiş biri olarak döndüm. Haftalarca evimden çıkmadım. Uzun yıllardır ailem kadar yakın gördüğüm yüzlerce arkadaşımın, yoldaşımın numaralarını sildim rehberimden. İnsanlardan kaçıyor, kimseyi görmek istemiyordum. Kendimi anlatmaktan yorulmuştum çünkü. İnsanlar başınıza bir şey geldiğinde, “nasılsın, iyi misin” demeyi hep unuturlar. Sadece ne olduğu kısmıyla ilgilenirler. Ah o her şeyi bilme merakı… Acun’una boşuna suç atıyoruz. Ülkece köküne kadar magazinciyiz çünkü.

Bana o süreçte “sen nasılsın, iyi misin, senin için buradayım, yanındayım” diyen birkaç kişiden biri olan Elvan Şafak ve Moira vardı. Ben de o adrese tutundum. Elvan bu süreci sağlıklı atlatmam için terapi almam gerektiğine inanıyordu. Beni yola getirmek için başımın etini yedi. Ben daha ikna olamamışken İskender Savaşırla bizi buluşturdu. İskender Savaşır’ı öncesinden tanıyordum. Bilim insanı yönünü takdir etmem dışında o zamana kadar pek itibar ettiğim söylenemez. Solcu kibrim dimdik ayakta… Hiç mantıklı gelmese de Elvan demişse vardır bir bildiği deyip kabul ettim. Hem İskender Savaşır seni danışan olarak kabul etmiş de sen hâlâ omuz mu silkeceksin? Direncimden dolayı terapi maceramız kısa sürdü. Bunda beş parasızlığım da etkendi haliyle. Ama İskender Hoca pes etmedi. Takdir ettim bak! Ben olsam perişanlığında boğul derdim kendime. O demedi tabi (İyi ki de dememiş). Beni misafir olarak Rüya Grubu’na, sonrasında da Dalgın Sular’a davet etti. Sadece gel diyor. Dayanışmaysa, al sana dayanışma. Para pul peşinde de değiller. Güzel hareketler bunlar. Hem koskoca hoca, nasıl yok gelmem, derim. Bide Elvan var arada. En değme adamlar/kadınlar sabah akşam acınası sohbetlerini dedikodumla döndürürken o gece gündüz yanımda oldu. Kırmayayım, bir iki gider sonra bırakırım diyorum kendimce. uygun değil çünkü. Bünyeme ters. Cezaevi yatmışım, gaz yemişim, katliam kurbanlarının cenazelerine gitmişim, yoksul evlere girip çıkmışım, çaresizliğin, bitmişliğin dibini görmüşüm… Ne işim var anam babam, benim entel dantel işlerle? Hiç benlik şeyler değil. İşim olmaz böyle saçma sepet mevzularla diyorum. Ülke elden gidiyor, bir taraf yakıp yıkılıyor, işçiler, emekçiler, kadınlar, çocuklar… Ülkede olmaz denilen her şey olmuş resmîgeçidi yaşanıyor her yeni günde. Gündem karanlık, benim hayatım hepten karanlık…

Ülke yanarken sen su mu taşıyorsun sanki, herkes gibi sen de evinde oturuyorsun zaten dedim ve gittim. Tanımadığım insanlar, bilmediğim bir jargon, eften püften kişisel dertler… Rüya Terapisi. Bu insanların derdi yok tabi, hepsinin tuzu kuru, o kadar dertsizler ki rüyalarını anlatıyorlar diyorum. Darma duman olmuşum ama bende ego hâlâ tavan anlayacağınız. O salonda o insanların arasında otururken “benim ne işim var burada” diye sayıklıyor iç sesim. Her hafta kendimi yerlerden kazıyarak gidiyorum, o derece yani. Aklım yatmıyor ama sektirmeden de gidiyorum bir taraftan. İlk birkaç sefer kendimle sözleşerek gittim. “Yok anacım, bu işler bize göre değil. Eski cenahtan birileri görür duyar, rezil rüsva olurum. Ama mesajla telefonla olmaz. Elvan’ın karşısına geçip açık açık söyleyeceğim bu işin olmazlığını ve çıkacağım bu işin içinden” diyorum. Ama kahretsin ki, yapamıyorum. Moira’nın, o salonun, o tanımadığım insanların bana iyi gelen bir tarafı da var anlamlandıramadığım. Zamansız, mekânsız, yerküreden bağımsız olma hissi veriyor orda olmak.

Sonra bir gün, İskender Hoca kendimi tanıtmamı istedi. Salonda 14-15 kişi var. Ağır yaralı olduğumu bildiğini düşünerek sadece kısaca bir girişle yetineceğini sandım. Kestirip, sıramı savma peşindeyim. Ama sorular ard ardına geldi. Ben ne olduğunu anlamadan bütün hayat hikâyemi ve son aylarda yaşadıklarımı anlatırken buldum kendimi. Ben konuşurken salondaki insanların varlığı silindi gözümde. Sanki sadece ikimiz vardık orada. Aramızda eski kabilelerin üzerinde yürüdüğü ateş yolunda yürüyormuş gibi hissettim. Ben o közlerin üzerinde yürürken bir saat öncesine kadar kibirle, burun kıvırarak baktığım İskender Hoca’nın o yol boyunca elimden tuttuğu hissi sardı beni. Sadece beni dinliyordu. Dikkatini bir saniye bile benden çekmeden. Kimseye anlatamadığım, anlatamayacağımı düşündüğüm her şeyi, hiç tanımadığım onca insanın içinde, hem de takır takır ona anlattım. Kâh ağlayarak, kâh gülerek, öfkelenerek, utanarak… Kafamı kaldırdığımda karşılaştığım suskun yüzlerle, yalnız olmadığımızı hatırladım. Ben sustum, kimsede çıt yok. Bir saate yakın konuşmuştum. Arada mutfağa gittik, beklediğimin aksine kimse bana; “onca şeyi yaşadın mı sen, gerçekten mi, nasıl oldu, neden, niye, sonra ne oldu” diye sormadı. Sorgulayan bakışlar yok, meraklı sorular yok… Bir gırgır şamata döndürüp beni de içine çektiler. Hiç olmadığım kadar iyi hissettim kendimi. Uzun zamandır ilk kez doyunca, derin bir nefes aldım. Ve gitmeye devam ettim. Oradaki insanları tanıdıkça hiç de boş olmadıklarını, hepsinin kendine göre yaşanmışlıklarının, dertlerinin ve her birinin gazisi olduğu bir savaş atlatmış olduğunu gördüm. Politika da biliyorlar, her şeyden de haberleri var, herkes kadar dertleniyorlar, umut ediyorlar. Sadece hayatla baş etmenin başka bir yolunu denemeyi seçmişler. Başka bir görü, yeni çözümler, farklı renkler aldım her birinden. Örgütçü yanım hemen devreye giriyor tabi arada; toplumun büyük bir kesimine hiç dokunamamışız vs. bık bık bık…

Sonra Dalgın Sular başladı. O dönüştürücü Dalgın Sular. Elbette ki o zaman böyle düşünmüyordum daha. Ne yapacağımı, orada ne yapıldığını bilmiyordum. Bilmemin de imkânı yok. Biz ayrı dünyaların insanlarıydık çünkü. Bana “babaannenden çok bahsettin, haftaya onu getir” diyor. Allasen, babaannem öleli üç yıl olmuş. Ölmüş kadını nasıl getireyim buraya… diyemiyorum tabi hocaya. Sorsam, cahilliğim ortaya çıkacak. Neyse ki diğerlerinin konuşmalarından anladım ne demek istediğini. Ama yaşadıklarımla kadıncağızın ne ilgisi var ki şimdi? Hoca da iş olsun diye bir yerden tutmaya çalışıyor diye düşünüyorum. Elvan durmadan “ona güveeen!” diye kulağıma salıklıyor.

İyi olmadığımı biliyordum. Nasıl iyileşilir unutmuştum sanki, bilmiyordum işte. Böyle bir bilgi, reçete yoktu elimde. Oysa hep yaşayarak öğrenmiştim. Kolay bir hayat yaşamamıştım. Zorluklara, acılara, yoksulluğa, yoksunluğa çocukluktan alışkındım. Dertlerin sillesine eyvallahım olmazdı. Ama bu sefer başka, biliyordum. Memeden ayrılmış bir bebek, babası terk etmiş bir çocuk gibiydim. Unutmak ve iyileşmek istiyordum bir an önce. Normal hayatıma dönebilmek, kendimi sarmalamak, adımlarımı yere yeniden sağlam vurmak, yeniden o güçlü kadın olmak istiyorum. Ona ve Moira’ ya güvenmekten başka bir seçeneğim yoktu mevcut haliyle. İskender ne yapacak da her şeyi yoluna koyacak, görmek istiyordum. Ondan mucize gibi bir şey yapmasını beklemişim. Haftalar geçtikçe anladım. Öyle olmuyormuş bu işler. Zaman alıyormuş. Yüzleşmek gerekiyormuş. Hem de yeniden kanaya kanaya yüzleşmek, kendinle çarpışa çarpışa... Sorduğu sorular derinlerimi kurcalıyor. Bulduğum cevaplar kaçış yollarımı kapatıyor.

Anlatmamı istiyor. “E anlattım ya!” “Yok başka şeyler anlat, en başından anlat…” Kendini daha nasıl ve niye o kadar anlatırsın bilmiyorum. “ Ne hissediyorsun, ne düşünüyorsun? Ne önemi var ki ne hissettiğimin? Dünyada, ülkede onca sorun varken… Ben kimim ki’ ye kadar geldim sonunda. Yine şu çocukluğuna gidelim teranesi olmadı şükür.

O adam beni konuşturmak için neler yaptı, ne yollara başvurdu… Baktı olmayacak, bana yaz dedi. Aklına ne geliyorsa yaz dedi. Sonra Ezel Akay ile tanıştırdı beni. Ve başkalarıyla. Hepsi kendi alanında kıymetli, nitelikli insanlar. Babaannem ve Elke’yi konuştuk, mitoloji sohbetlerinde. Sonra burada anlatması uzun olacak bir sürü tesadüf bir araya geldi. Bu tesadüfler bir anda dağılmış bir puzzelın parçalarının, bir araya koşup bütünleşmesi gibi oldu. Elke’yi yazarken dinlediğim müzikle (Melih Kibar- Mesaj) o gün, Balat sokaklarında karşılaştım mesela. Arkadaşları o küçük kafeye sürükleyip art arda o müziği dinlettim. O hafta ailem hiç adetleri olmadığı üzere, cümbür cemaat bana geldiler. Gece yarılarına dek süren mutfak sohbetlerinde hep babaannemi, onun o zamana kadar bilmediğim sırlarını ve söylenceleri konuştuk. Annem ile yengem anlatıyor ben notlar alıyorum. Hâlâ bir şey yazma düşüncem yok. Sadece hocanın ve Ezel Akay’ın dikkatini çekecek malzeme toplama çabasındayım. Çocukluğumda nenemden dinlediğim ama üstünden geçince netleşen hikâye ve söylenceleri, meseleleri not ettim. Ve Elke öylece girdi hayatıma. Tam da o dönemde Dino Buzzati’nin Tatar Çölü ile haşır neşir oldum. Sadece tesadüf… Yaptığımız iş, içine doğduğumuz toplum, aile, örgüt, inançlarımız, alışkanlıklarımız bir süre sonra bizim Bastiane Kalesi gibi kalemiz/ hapishanemiz olabiliyormuş. Bu benim için inanılmaz bir keşif oldu. Dalgın Sular ve Elke hapishanemden çıkmamı sağladı.

Ve yazmaya başladım. Yazdıklarımı Dalgın Sular grubuna attım belli aralıklarla. Çok beğendi. Kısa bir öykü yazacaktım. Dalgın Sular Dergisi’ne yazı dizisi olarak koymayı planlıyordu yazdığım hikâyeyi. Bu müthiş bir şeydi benim için. Kitap yazmak gibi bir düşüncem hiç olmadı. Sadece İskender’den bir “aferin” almak istiyordum. Sonra da her şeyin geçmesini, yeniden başlamayı, yeniden yürüyebilmeyi...

Koşa koşa eve gidiyordum, onun verdiği sorumluluğu yerine getirme heyecanıyla. Benden istediği 5-6 sayfalık bir şeydi sadece. Sonra yazdığım iki ayrı yazı kendiliğinden buluştu, iç içe geçti. Ezel Akay’ın dediği gibi bir birlerine çok benziyorlardı. Babaannem ve Elke.

Elke’yi yazmak bir tutku oldu, her şeyi kapladı. Beni, mutfağımı, rüyalarımı, yürüdüğüm sokakları doldurdu… Beni yutarcasına içine aldı. Ben yazmıyordum aslında, durmamacasına akan cümlelerin peşine takılıyordum. Bitirmek istiyorum; bitmiyor, beni peşinden sürüklüyor adeta. Uyumak istemiyorum, yemekle, temizlikle zaman kaybetmek, dışarı çıkmak istemiyorum. Evden dışarı çıkmışsam hikâyemdeki karakterler, bebeğimi ya da evcil bir hayvanımı evde bir başına bırakacakmışım gibi öksüz yetim halleriyle aklımda dolaşıyorlar, kurguladığım mekânlar, karakterler donup kalmış, yeniden yaşam bulmak için bir an önce eve dönüşümü bekliyorlardı sanki.

40-50 sayfasını o ve Ezel Akay okudular. İskender Hoca ışıldayan gözlerle “bu bir öykü değil artık, bir kitap yazmışsın. Beni bekle, başka yayınevinde bastırırsan seni dava ederim. Dalgın Sular yayınevini kuracağız ve ilk baskımız senin kitabın olacak” dedi. Ben onu bekledim ama o gitti. Onu kaybetmenin acısı benim herkesinkinden biraz farklıydı. Bencil bir tarafı vardı kabul ediyorum. Kendime de üzülüyordum. Ağlayamadım bile. Öyle apışıp kaldım. İnanamadım çok uzun süre. Şu ölüm çok tuhaf bir şey… Onun gidişiyle hikâyem sahipsiz kalmıştı bir anda. Yazarlık serüvenim buraya kadar dedim. Oysa bana ne kadar iyi gelmişti yazmak… Nasıl da inandırmıştım kendimi bir gün kitabın çıkacağına… Kitap çıkacak, İskender uzun süre çantasında taşıyacaktı onu. Ama olmadı.

Sonra İştar Gözaydın kitabı sahiplendi, okudu, beni yüreklendirdi, basımı için uğraştı. Aynı dönemlerde bir dostumun önerisi üzerine iyi bir editör arkadaşla yollarımız kesişti, Melih Özel. Melih Elke’yi sevdi ve sonuna kadar yanında oldu. Onun eleştiri ve tavsiyeleri, benim için hazırladığı okuma listeleri beni besledi.. Birçok dostum basım öncesi Elke’nin okumalarını yaptı. Dilek, Yücel, Derya, Elvan, Gizem, Leyla ve Yusuf, Olcay. Üzerinde sohbetler ettik, tartıştık. Kardeşlerimin desteği ise benim için ayrıca kıymetliydi. Hem okudular, hem genç fikirleriyle ufkumu beslediler. Yunus, Deniz ve Fatih. Görüsü açık, pırlanta gibi çocuklar.

Tabi kitabı basmak kolay olmadı. İki yıl bekledi. O arada başka bir kitap dosyası üzerinde çalışmaya başladım. Neredeyse Elke’i unutma sınırındaydım. Kitabı sadece yayınevleri ile yazışmalarda hatırlar oldum. Bu kısımda umudu diri tutmak sağlam bir sinir harbi gerektiriyor. Yayınevleri ile iletişim ve cevap bekleme kısmı gerçekten sevimsiz. Yayıncılığın içinde bulunduğu zor zamanlarında payı var elbette. Bazı yayın evleri para ile bastırmak istedi, çoğu yayınevinden dosya geri döndü. Bazıları hiç dönmedi. Sonunda Klaros Yayınları hızlı bir geri bilirimle makul bir cevap verdi. Kitabın, kollektif bir çalışma yapısına sahip bir yayınevinden çıkması da ayrı bir güzellik oldu.

Bu kitabı yazmak iki yılımı aldı. Bitti derken, aylar sonra metne tekrar döndüğümde yeniden evrilerek devam etti. O arada ben yazmaya devam ettim. Onlarca kitap okudum. Okumak ve yazmak asli işim, tek uğraşım oldu. Yazarken kendimle hesaplaştım. Kendimle; karanlıklarım, zaaflarım ve hatalarımla yüzleştim.

Moira’daki deneyimim ve Dalgın Sular beni dönüştürdü. Hayatım makas değiştirmişti. Yürümek, kendimi gerçekleştirmek için yeni bir yol keşfetmiştim. Bir kez daha, her zaman bir çıkış yolu olduğunu, yolların tükenmediğini ve bütün yolların insanın kendisinden geçtiğini öğrendim. Yaşadığını hissetmek, nefes almak için illa sokaklarda olmak gerekmiyormuş. Elbette bir aileye, bir gruba, bir örgüte ait olmak insan için sosyal bir ihtiyaç. Parçası olduğumuz toplum, aidiyetini taşıdığımız ülke ve dünya sorunları elbette bireyin de meselesi. Ancak birey olmayı ortadan kaldırıyorsa, bir yerde bireyi bütünün içinde sorun olmaya götürebiliyor. Sendikacı, örgütçü, aktivist olmak hayatımın merkezindeydi. Başka bir kimlik bırakmamıştı bana. Onlar gidince varlığımın da ortadan kalktığını sanmıştım. Tüm bunların sancısıydı yaşadığım. Şimdi yeniden ayağa kalktım. Ben olarak, geçmişimi silmeden ama üstüne ekleyerek… Önceki pratiklerimi inkâr etmeden ama dönüştürerek… Yaptıklarımdan pişmanlık duymadan ama yeni görüler ve yeni ufuklara açılarak…

Elke sadece bir roman değil asla; geçmişi selamlama ve yeni üretimlere yelken açma adımı oldu benim için. Ve yazmak bir serüven… Başkalarıyla paylaşabildiğiniz bir serüven. Kadim söylencelerin yoldaşlığıyla, birlikte nice serüvenlere.