Türkiye’de bugün “mesleki eğitim” başlığı altında yürüyen tartışmanın tam ortasında, çocuklarının ölümünü kabul edip etmeme meselesi duruyor. MESEM yalnızca bir “meslek edindirme” programı değil; çocuk emeğinin nasıl, ne kadar ucuza ve hangi siyasal tercihlerle örgütleneceğine ilişkin bir emek rejimi meselesi.
Bugünkü sistemin kökleri, yıllarca “çıraklık eğitim merkezleri” olarak çalışan kurumların 2016’da zorunlu eğitim kapsamına alınmasına dayanıyor. 2021’de Mesleki Eğitim Kanunu’nda yapılan değişikliklerle birlikte bu merkezler “Mesleki Eğitim Merkezi”ne dönüştürüldü, MESEM çerçevesi bugünkü halini aldı. Artık 9. sınıftan itibaren her kademeden öğrenci bu programa yönlendirilebiliyor; haftada yalnızca bir gün okula giderek lise diploması almak mümkün. Üstelik öğrencilerin aldığı ücretin finansman sorumluluğu büyük ölçüde işverenlerden alınıp kamuya devredilmiş durumda.
Resmi modele göre MESEM’li bir genç haftanın dört günü işyerinde, yalnızca bir günü okulda. 9, 10 ve 11. sınıflara net asgari ücretin en az yüzde 30’u, 12. sınıfa en az yüzde 50’si oranında ücret ödeniyor. 2025 için bu tutarlar 9–11. sınıflar için yaklaşık 6.600 lira, 12. sınıflar için 11 bin lira düzeyinde. Aynı dönemde yetişkin bir işçinin işverene toplam maliyeti 30 bin liranın üzerindeyken, emek yoğun bir sektörde çalışan bir patron açısından şu kapı açılıyor: Asgari ücretli tek bir yetişkin işçi yerine aynı maliyetle iki ya da üç “öğrenci-işçi” istihdam edebilmek. Ücretin önemli bir kısmının işsizlik fonu ve çeşitli kamu teşvikleriyle karşılandığını da ekleyelim. Risk ve maliyet toplumsallaştırılırken, kazanç özel kalıyor.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın kendi verileri, bu çerçevenin artık küçük bir pilot uygulama olmadığını gösteriyor. Son yıllarda mesleki ve teknik eğitimdeki öğrencilerin toplam ortaöğretim içindeki payı yaklaşık yüzde 40’a yükselmiş durumda. Bakan Yusuf Tekin, liseye yeni başlayan öğrencilerin yüzde 43’ünün mesleki ve teknik okullara yönelmesini övünçle aktarıyor. Çıraklık, eğitim sisteminin kenarında duran bir istisna olmaktan çıkmış; zorunlu eğitim çağındaki nüfusun çok önemli bir bölümü için kurgulanmış yeni bir standart haline gelmiş durumda.
ÇOCUK EMEĞİ HAVUZU
Bu çerçeveden bakıldığında MESEM, genç işsizliği sorununa üretilmiş teknik bir çözümden çok, emek piyasası için ucuz ve esnek bir çocuk emeği havuzu anlamına geliyor. İşveren açısından model son derece rasyonel: Haftanın büyük bölümünde tam zamanlı çalışan, ama resmen “öğrenci” sayılan gençler; asgari ücretin yarısına yakın bir bedelle aynı işi yapıyor. Ücretin önemli parçası devlet tarafından üstlenildiği için patrona yük sınırlı. Özellikle emek yoğun, düşük verimlilikle çalışan sektörler açısından bu tür teşviklerin neden çekici olduğunu anlamak zor değil.
Saha aktarımları ve eleştirel raporlar, resmî anlatının ötesinde bir fiili duruma da işaret ediyor. Çok sayıda gencin haftada dört günden fazla, altı güne varan sürelerde çalıştırıldığı; kanunen günde sekiz saat olması gereken mesainin 10–12 saate uzadığı biliniyor. Çocukların önemli bir bölümü fiziksel gelişimlerine uygun olmayan, “ağır ve tehlikeli iş” sayılabilecek alanlarda çalıştırılıyor.
UYGULAMADA GÖRÜLEN FARK
MESEM’in yalnızca “çalışırken okuyan çocuklar” ürettiğini düşünmek de gerçekçi değil. Pratikte süreç çoğu zaman şöyle işliyor: Zorunlu eğitim çağındaki bir genç, haftanın dört günü 6–7 bin lira ücretle MESEM’e başlıyor. Kısa süre içinde, aynı işyerinde ya da benzeri bir yerde haftanın altı günü tam zamanlı çalıştığında daha yüksek gelir elde edebileceğini görüyor. “Hem çalışıyor hem okuyor” gibi sunulan ara formül, fiiliyatta şu ikileme dönüşüyor: Dört gün düşük ücretle “öğrenci-işçi” olarak kalmak mı, yoksa okulu tamamen bırakıp tam zamanlı işçiliğe geçmek mi?
Yüksek enflasyon, borç baskısı ve hane gelirlerindeki erime, bu ikilemi çocuk ve ailesi açısından giderek tek yanlı hale getiriyor. MESEM deneyimi, okuldan kopuşun eşiğini aşağı çekiyor; çocuk, kısa vadede gelirini artırmak için örgün eğitimi bırakma kararını çok daha kolay verebiliyor. Özellikle yoksul kent mahallelerinde ve deprem bölgesinde, okulla bağı zayıflayan bu gençlerin yalnızca formel işlere değil; kayıt dışı, denetimsiz ve kimi zaman suç ekonomisinin etki alanındaki yapılara sürüklenme riski de artıyor. Çeteler, yasa dışı ağlar, yerel güç odakları “hızlı gelir” ve “aidiyet” vadeden alternatif kanallar olarak devreye giriyor. MESEM, tam da bu kopuş sürecini hızlandıran bir ara basamak haline gelebiliyor.
GÜVENLİK VE SAĞLIK BİLANÇOSU AĞIR
Diğer yandan, bu emek rejiminin ağır bir güvenlik ve sağlık bilançosu var. Veriler son bir yıl içinde 85 çocuk işçinin çalışırken hayatını kaybettiğini gösteriyor; bu ölümlerin kayda değer bir kısmı MESEM kapsamında sanayide, atölyede, inşaatta çalışan gençlerden oluşuyor. Konya’da MESEM kapsamında çalışırken hayatını kaybeden Eren Dağ’ın davasının aylar sonra açılabilmesi ve davada tutuklu sanığın bulunmaması, buna karşılık bu iş cinayetlerini ve MESEM uygulamasını protesto eden öğrencilerin ve öğretmenlerin hızla gözaltına alınması/tutuklanması, sistemin kimin lehine ve kimin aleyhine işlediğini açıkça gösteriyor.
MESEM’liler, kayıt dışı çalışanlar ve 15 yaş altı çocuklar da eklendiğinde toplam çocuk işçi sayısının birkaç milyonluk bir büyüklüğe ulaştığı görülüyor. Dolayısıyla günümüz Türkiye’sinde çocuk emeği, ekonominin kenarındaki bir istisna değil; merkezindeki yapılardan biri.
GEÇİNME BASKISI
Ailelerin MESEM’e yönelmesi, çoğu zaman “çocuğun meslek öğrenmesi” anlatısından değil, son derece somut bir geçim baskısından, apaçık yoksulluktan besleniyor. Yüksek enflasyon, düşen reel ücretler, artan kira ve borç yükü, çocukların eğitim giderlerini karşılamayı zorlaştırıyor. Okullarda tüm çocuklara yönelik ücretsiz ve nitelikli bir öğün yemek programının olmaması; ulaşım, barınma ve eğitim materyali desteğinin yetersizliği bu baskıyı ağırlaştırıyor. Böyle bir tabloda 15–16 yaşındaki bir gencin haneye aylık 6–11 bin lira arası katkı yapması, hane bütçesi açısından kritik hale geliyor. Karar, bireysel “erken olgunlaşma” hikâyesinden çok, yapısal bir zorunluluk haline geliyor. Devlet, çocukların eğitim ve beslenme hakkını güvence altına almak yerine, yoksulluğu MESEM üzerinden yönetilebilir kılmayı tercih ediyor.
Buradaki çelişki son derece açık: Çocuklara okullarda bir öğün ücretsiz yemek ve temiz içme suyu sağlamak “bütçe imkânları” gerekçesiyle ertelenirken, aynı bütçe işverenlere çocuk başına düzenli teşvik olarak tahsis ediliyor. “Sosyal devlet”in gerçek içeriği, bu tercihler üzerinden fiilen yeniden tanımlanıyor. Sosyal politika alanındaki boşluklar, çocukların ve ailelerin MESEM’e yönelimini teşvik eden ek bir baskı mekanizmasına dönüşüyor.
EĞİTİM SİSTEMİNİN DIŞINA İTİLMEK
Geldiğimiz noktada soru aslında basit: Türkiye, zorunlu eğitim çağındaki çocuklara nasıl bir gelecek sunmak istiyor? Bir yol, bugünkü gibi çocukları 14–17 yaş arasında kademeli olarak işgücü piyasasına çekmek; düşük ücret ve güvencesizliği “mesleki deneyim” adıyla olağanlaştırmak, önemli bir bölümünü de eğitim sisteminin dışına, kayıt dışı işlere ve suç ekonomisinin etki alanına itmek. Diğer yol, bütün çocukların nitelikli eğitime, beslenmeye, güvenli bir öğrenme ortamına erişimini merkeze alan; mesleki eğitimi de çocuk gelişimine uygun, kamusal denetim altındaki bir çerçevede yeniden kurmak.
Bu iki yol arasında “tarafsız” bir orta çizgi yok. Çocukları ucuz işgücü olarak gören bir emek rejimi ile demokratik ve sosyal bir hukuk devleti iddiası aynı anda taşınamaz.
(Bu yazı Gazete Pencere'de yayımlanmıştır)