“Sanat tek başına sanat yapamazdı fakat dünya hakkında doğru bir görüşe sahip bir sanatçı eserleri yoluyla kitlelerle çok güçlü ve geniş bağlar kurabilirdi. Bu anlamda sanat bir silahtı…”

Halkın sevgilisi bir sanatçının yaşamı hep göz önündedir ve ister istemez tedirginlik yaratan bu duruma alışmak pek kolay değildir. Tedirginlik giderek korkuya, hatta paranoyaya bırakır yerini. Zorlar insanı. Adım atmasına bile izin vermez… Ta ki, güçlenene, kararlı olana, dik durana kadar.

Yılmaz Güney, sadece bir dönemin değil, yüzyılın, hatta gelmiş geçmiş bütün sinemacıların içerisinden sivrilen, beğenilen, örnek alınan, kabul gören bir sanatçı. Yazdıklarıyla, çektikleriyle, yaşadıklarıyla ve yaşattıklarıyla da unutulmazlar arasında yerini almış biri. Hem de hakkıyla.

En yakınından…

Yılmaz Güney’i herkes anlattı. Arkadaşları, prodüktörleri, sinema emekçileri anlattı. Koyulaşan sohbetlerde kulaktan kulağa yayıldı hepsi. İnci Aral, eşiyle yaptığı nehir röportajı -aralarında ne geçtiyse artık- isimleri değiştirerek romanlaştırdı. Fatoş Güney, “Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun” ile bekleneni yaptı ve Yılmaz Güney’i yazanların arasına katıldı. Ayrıntılarına kadar bilinen, belki birkaç küçük noktanın sır perdesi arkasına gizlendiği bu anıları, eşi Fatoş Güney’den okumak, hem hepsini yeniden anımsamak hem de pekiştirmek için bir fırsat sayılmalı.

Birincisi; Fatoş Güney’in belleğinin ne denli güçlü olduğunu, ayrıntıları sıralarken fark etmemek mümkün değil. İkincisi; Fatoş Güney, edebi gücü de olan cümleler kuruyor. Betimlemeleri gerçekten taşıyor okuru. Tam “Yılmaz Güney’e, Yılmaz Güney’in görsel dünyasına layık” diyorsunuz ister istemez.

Mavi gözlü adam…

Siyasi mülteci olmak zordur. Devletin aradığı birisiniz ve sınırları içinde bulunduğunuz devlet de -ister istemez, devletliğini gösterecektir- kurallara uyacaktır her zaman.

Bugün yaşanandan ne farkı vardı 40 yıl öncesinin, 50 yıl öncesinin, tam da bu anlamda. Baskı, haksız gözaltı ve/veya tutuklama, hepsinden kurtulmanın tek yolu bir şekilde kapağı yurtdışına atmak. Cinayetten hükümlü olsa da Yılmaz Güney’in tepesinde sallanan tehdit, doğaldır ki siyaseten atılı suçlar nedeniyle yaşamına kast edecek düzeye ulaşmıştı. Ünlü olmasının, kurallara harfiyen uymasının, güvenilirliğinin muhakkak ki etkisi vardır, ama içeride şişlenmesi, dışarıda kurşunlanması her zaman mümkündür. Onun için de hep tedirgin, hep diken üstünde, hep titiz ve hep dikkatli olmalıdır.

Bir sınırdan geçerken elindeki pasaporttaki fotoğraf mavi gözlü birine aittir; yakalanma olasılığına karşı “ben öyle bir mavi gözlü adamı oynarım ki, polisi ikna ederim” der. Hem iyi oyunculuğunun hem başını eğip o kendine özgü gülümsemesi hem de güven verici duruşuyla sorunsuz geçer sınır kapısını. Kolay mı, herkes yapabilir mi? Karşısında bembeyaz dişlerle gülümseyen adama karşı polisin yapabileceği tek şey gülümseyerek yanıt vermektir.

Geride kalan…

Çok ünlü babaların (annelerin de kuşkusuz) çocukları içlerine kapanıyorlar ister istemez. Hep babaları/anneleriyle kıyaslanıyorlar, hep onlar soruluyor, babası/annesi ne düşünürdü, ne söylerdi diye karşılaştırılıyorlar. Yılmaz Güney, bunun ayırdındadır, en zorlu günlerini yaşarken. Birçok çocuk annesiz babasız büyüyordur, birçok çocuk sürgünde zorluklar içerisindedir, birçok çocuk üzerine yönelen bakışların etkisinden kurtulmak için yalnızlığı seçiyordur muhakkak ki. Yılmaz Güney de, eşinden, oğluna kendisini anlatmasını istiyor, beklentilerini sıralıyor, “Yılmaz Güney’in oğlu olmak tek şikayeti olacaktır belki. Belki de adının aynı olmasına da kızacaktır” diyor. Birileri sormuş mudur bunu oğul Güney’e? Ne der acaba, nasıl yanıtlar?

Fatoş Güney, kendi çocuğu olduğu ve hiç ayrılmadığı için her şeyini bildiği oğlunu anlatıyor ağırlıklı, acaba onun aklına gelmiş midir Elif’in yalnız dünyası? Elif ne düşünüyordur acaba? Her ne kadar bir kitap yazdıysa da oku(ya)madığım için izler var mı bilemiyorum.

…tadına varmak

Yılmaz Güney, Fatoş’tan ayrı düştüğünde, her ne olursa olsun muhakkak mektup yazmış; belki birçoğunu beğenmeyip silmiş veya yırtmış, yeniden yazmış ve hep elden ulakla göndermiş. Birinde şöyle diyor: “Hayatın zorlu yanlarıyla daha yeni yeni karşılaşıyorsun. Beklemenin tadına varmak, acının tadına varmak, şu sıra sürüp giden mutsuzluğun tadına varmak aslında güzeldir. Gereklidir.”

Fatoş Güney de, eşinden el alıp en az onun kadar sıkı betimlemeyle çıkıyor karşımıza: “Gözlerimde şimşekler çakıyordu. Sanki bir ağaç kökünden sökülüyordu. Bütün gücümle haykırdım. Ne zaman ki rengârenk bir kuşun kanadında fırtına dindi; durgun, dupduru bir mavilikte harikulade bir çiçek açtı ve bir çiğ taneciği damladı.”

Bir yaşamın yanı sıra hem sinemanın hem sanatın hem siyasetin ve dünya olaylarının bir insanda cisimlendiği bir anı roman… Kitaba adını veren cümlenin öyküsü de çok hüzünlü… kim bilir, belki de…

Yeni yılla birlikte…

“Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun” için hüzünlü demişim yukarıda. 2020 yılının egemen erkin ve ekonominin baskısı altında zorlukla geçtiğini, tutukluluk hallerinin artık “ceza”ya dönüştüğünü, uluslararası hukuka bile saygının kalmadığını, pandemi nedeniyle başta kültür sanat etkinliklerinin yapılamadığını da unutmaksızın; 2021’in gerçekten özgürlük yılı olması dileğini de taşıdığını düşündüm, son anda.

Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun
Fatoş Güney
İthaki Yayınları
Kasım 2020, 339 s + albüm

(siyasihaber6.org'ta yayımlanmışır)