21. yüzyılın ilk çeyreği, otoriter politikaların küresel ölçekte yaygınlık kazandığı bir dönem olarak kayda geçiyor. Seçimle gelen ama iktidarda kalmak için medya, yargı ve toplumsal muhalefet üzerinde baskı kuran liderler; kamusal hakları piyasalaştıran hükümetler; ifade özgürlüğünü, protesto hakkını ve siyasal katılımı hedef alan yasalar artık yalnızca “çevre” ülkelerde değil, Avrupa’nın merkezinde de olağan hale geliyor.

“Esnafın Vergi Dünyası Değişiyor: Basit Usul Tarihe Karışıyor”
“Esnafın Vergi Dünyası Değişiyor: Basit Usul Tarihe Karışıyor”
İçeriği Görüntüle

Bu süreci anlamak için sadece demokrasi endekslerine ve yasal çerçevelere bakmak yetersiz. Çünkü otoriterliğin günümüzdeki biçimleri, sandıkla meşruiyet kazanıp toplumu örgütsüz hale getirip, halkın siyasete doğrudan müdahale araçlarını tasfiye ederek işliyor. Siyaset kurumsal alana sıkıştırılırken, taban örgütlenmeleri bastırılıyor, medya tekelleştiriliyor, muhalefet sembolikleştiriliyor. Ancak Avrupa’nın dört bir yanında gelişen direniş biçimleri ve arayışlar bu durumun mutlak olmadığını gösteriyor.

Bu yazıda, Macaristan, İngiltere ve Fransa örnekleri üzerinden, otoriterleşmenin -endekslerin çoğu zaman göz ardı ettiği, Avrupa çapındaki eğilimlerine bakarak, liberal demokrasilerin içeriden nasıl aşındığını ve buna karşı gelişen toplumsal mücadele biçimlerini ele alıyorum. Avrupa’nın dört bir yanında yükselen kültürel, siyasal ve sınıfsal direnişler, yalnızca faşizmin hangi biçimlerde geri döndüğünü değil, aynı zamanda nasıl durdurulabileceğine dair yanıtların da çoğul ve somut bir resmini sunuyor.

FAŞİZMİN AVRUPA’YA GERİ DÖNÜŞÜ

Avrupa, uzun süredir demokrasinin kurumsal temellerinin sağlam olduğu bir kıta olarak görülse de son yıllarda siyasal hakların ve ifade özgürlüğünün sistematik olarak daraltıldığı bir döneme girilmesiyle bu varsayım hızla çürümeye başladı.

Bugün yeniden soruluyor: Faşizm Avrupa’ya geri mi dönüyor? Geçtiğimiz aylarda Berlin’de düzenlenen Zetkin Forum’un da bu soruya odaklanması boşuna değil. Buna göre otoriterlik sadece Doğu Avrupa’nın “geç demokrasi” deneyimlerine özgü değil, aksine Avrupa’nın hem merkezinde hem çevresinde yaygın. Macaristan, Polonya ve Romanya gibi ülkelerde uluslararası sermayenin yıkıcı etkisiyle çöken kamusal hizmetler, yoksullaşan işçi sınıfları ve büyüyen hayal kırıklıkları, aşırı sağın otoriter vaatleri için verimli bir zemin yaratıyor. Dahası, liberal partilerin anti-komünist siyasetleri, sosyalizmin kamusal alandaki meşruiyetini hedef alarak faşist akımlara ideolojik alan açıyor.

Avrupa’da faşizm yalnızca dışsal bir tehdit değil, bizzat sistem içinden, sermaye sınıflarının yönelimiyle şekilleniyor. NATO’ya bağlı yeniden silahlanma politikaları, sosyal harcamaların kesilmesi, anti-komünist tarih yazımı, göçmen karşıtı yasalar ve ifade özgürlüğünü sınırlayan uygulamalar bu yeni otoriter dönemin yapıtaşları.

Almanya’da anti-faşist hareketler kriminalize ediliyor; Polonya’da milliyetçi muhafazakâr partilerin yerini alan liberal ittifaklar, göçmen politikalarında sağdan daha sert uygulamalara yöneliyor; Fransa’da Macron sol blokun iktidara gelişini engelliyor; İtalya’da Meloni hükümetinin göçmenlere karşı militarist yasalar geliştiriyor; Avrupa Birliği Rusya-Ukrayna savaşı konusunda yanlış bilgi yaymakla suçladığı gazetecilere seyahat kısıtlaması ve mülklerine el konulması gibi yaptırımlar uyguluyor; İngiltere’de Filistin destekçisi gruplar terör örgütü ilan ediyor, BBC protestoları sansürlüyor…

YASAKLARA KARŞI ONUR VE DİRENİŞ

Avrupa’nın merkezinde, Viktor Orbán’ın Macaristan’ı uzun süredir otoriterleşmenin laboratuvarlarından biri olarak anılıyor. Orbán, anayasa değişikliklerinden medya tekeline, eğitim kurumlarının kontrolünden LGBTQ+ bireylerin hedef alınmasına kadar çok yönlü bir baskı rejimi kurdu.

Son olarak Macaristan’da Mart 2025’te yürürlüğe giren bir anayasa değişikliği, çocukların ahlaki ve manevi gelişimi gerekçesiyle LGBTQ+ topluluğuna ait tüm kamusal etkinlikleri yasaklama yetkisini hükümete verdi. Bu düzenleme Budapeşte Onur Yürüyüşü’nü de hedef alıyordu. Hükümet ve İçişleri Bakanlığı, yürüyüşün gerçekleştirilmesinin yasa dışı olduğunu ilan etti. Organizatörler para cezaları ve hapis tehdidiyle karşılaştı. Kameralar ve yüz tanıma sistemleri, katılımcıların tespit edilip cezalandırılması amacıyla devreye sokuldu.

Ancak tüm bu tehditlere rağmen, 28 Haziran 2025’te yaklaşık 100.000 kişi, Budapeşte Onur Yürüyüşü’ne katıldı. Budapeşte Belediye Başkanı Gergely Karácsony, merkezi hükümetin yasağını tanımayarak yürüyüşü belediye sponsorluğunda “kent etkinliği” ilan etti. Böylece etkinlik için polis izni zorunluluğu aşıldı. Bu, yerel yönetimlerin, merkezi yönetimlerin otoriterliğine karşı nasıl bir direnç alanı oluşturabileceğine dair önemli bir örnek oldu.

Yürüyüşe yalnızca Macaristan vatandaşları değil, Avrupa’nın farklı ülkelerinden milletvekilleri, yerel siyasetçiler ve aktivistler de katıldı. Bu, ülke tarihindeki en büyük LGBTQ+ eylemi olmakla kalmadı; aynı zamanda hükümete rejimin gücüne karşın göründüğü kadar mutlak olmadığı mesajını verdi.

İNGİLTERE: SAĞCI SÜREKLİLİK Mİ?

İngiltere’de 14 yıllık Muhafazakâr Parti (Tory) iktidarının ardından 2024 genel seçimleriyle Keir Starmer liderliğindeki İşçi Partisi’nin iktidara gelmesi, ilk bakışta önemli bir siyasal kırılma gibi görünse de, geniş sol çevrelerde bu geçişin esaslı bir değişim yaratacağına dair beklentiler oldukça sınırlıydı. Zira Starmer, daha seçim öncesinde bile yalnızca sağa değil, doğrudan Tory’lere yaklaşan çizgisi nedeniyle ciddi eleştirilere maruz kalıyordu. İş dünyasının “B takımı” olarak nitelenen Starmer yönetimindeki İşçi Partisi, Filistin politikaları, savunma harcamalarına verdiği destek, kamu harcamalarındaki kesintiler, işçi hakları, sendika karşıtı yasalar gibi konularda Tory’ci tutumu nedeniyle eleştirilmekteydi.

Bu sebeplerle Starmer’ın zaferi büyük ölçüde, Muhafazakâr Parti’nin sosyal devletin altını oyan, sosyal konutları tasfiye eden, çocuk yoksulluğunu derinleştiren ve kamu hizmetlerini metalaştıran politikalarına karşı duyulan birikmiş öfkenin sonucuydu. Yani seçmen İşçi Partisi’ni bir umutla değil, Torylerden kurtulma zorunluluğuyla tercih etti. Nitekim solun birçok kanadı, mücadele gününün asıl 5 Temmuz’da başlayacağını ilan etti.

Bu tespit kısa süre içinde, özellikle Filistin meselesinde kendini daha da açık biçimde gösterdi. Starmer’ın Palestine Action gibi grupları kriminalize etme çabaları, Gazze’deki soykırıma karşı dayanışma eylemlerini bastırması ve öğrenci protestolarına yönelik tutumu, İşçi Partisi’nin merkez siyasete değil, baskıcı düzene eklemlenmekte olduğunu ortaya koydu.

Ancak bu otoriter eğilimin karşısında yeni ve beklenmedik bir direniş hattı belirginleşiyor. Bu yılki Glastonbury Festivali, bu hattın simgesel merkezlerinden biri haline geldi. Festival alanı yalnızca bir eğlence mekânı değil; Filistin bayrakları, ateşkes çağrıları, anti-siyonist mesajlar ve sahne performanslarıyla donanmış enternasyonalist bir meydan haline dönüştü. BBC’nin bazı konserlere sansür uygulaması, popüler kültürdeki bu siyasal damarın görünürlüğünden duyulan rahatsızlığı da açığa çıkardı.

Caitlin A. Johnstone’un ifadesiyle, Bob Vylan gibi sanatçılar aracılığıyla dile getirilen “IDF’ye ölüm” sloganları ve bunlara gelen devlet tepkileri, Batı’da yeniden gerçek, politik olarak tehditkâr bir karşı kültürün doğduğunu gösteriyor: “Bu, Batı karşı kültürünün onlarca yıl sonra ilk kez gerçek siyasal anlam kazandığı bir dönüm noktasıydı.” Popüler kültürün kapitalist hegemonya içindeki alanlardan biri olmaktan çıkıp siyasal mücadeleye içkin hale gelmesi, İngiltere’deki direnişin yönünü de değiştirme potansiyeli taşıyor.

Tüm bunların yanı sıra, 2024 seçimlerinde bağımsız aday olarak parlamentoya giren bazı sol figürler de Keir Starmer liderliğindeki İşçi Partisi’nin baskıcı çizgisine karşı yeni siyasal alternatifler inşa etmek amacıyla harekete geçmiş durumda. Esasen bu eğilim, seçim öncesinde de kendini göstermişti. Collective adlı oluşum, bu bağlamda ortaya çıkan ilk inisiyatiflerden biri olmuş; toplumsal hareketler ve sendikal mücadelelerle daha organik bağlar kuran, tabana dayalı bir sol alternatif inşa etmeyi hedeflemişti. Ancak arayışlar bununla sınırlı kalmadı. Arise adlı bir başka girişimin de yeni bir siyasal seçenek olarak resmi onay aldığı biliniyor. Henüz kurumsallaşmamış olsalar da bu girişimler, Filistin dayanışması, iklim adaleti ve işçi örgütlenmeleri gibi alanlarda süren mücadelelerle güçlü bağlar kurmaya çalışan bağımsız parlamento üyeleri tarafından temsil ediliyor.

MACRONCULUĞUN DAĞILIŞI VE HALK CEPHESİ

Fransa’da son yıllarda yaşanan gelişmeler, otoriter eğilimlerin liberal hükümetlerdeki bir başka örneğini oluşturuyor. Emmanuel Macron’un Cumhurbaşkanlığı döneminde grevlerin kriminalize edilmesi, emeklilik reformu gibi neoliberal saldırılar ve Filistin’e destek veren eylemlerin bastırılması, bu dönüşümün başlıca örnekleri oldu.

Bu çöküşün ortasında kurulan Yeni Halk Cephesi (Nouveau Front Populaire), yalnızca seçim ittifakı değil, parçalı halk muhalefetinin birleşik sesiydi. LFI (La France Insoumise), sendikalar, gençlik hareketleri, iklim adaleti kampanyaları, feminist gruplar ve göçmen dayanışma ağlarının bir araya gelerek oluşturduğu bu yapı, Avrupa’daki en güçlü antifaşist ve emek temelli muhalefet örneklerinden biri. Tarihsel olarak marjinal bir faşist gelenekten gelen Marine Le Pen’in partisi RN’nin yükselişine karşı kurulan bu cephe, LFI nefretinin yarattığı baskıya rağmen kitlesel destek kazanıyor.

Yeni Halk Cephesi, yalnızca Ulusal Birlik’in gerici politikalarına değil, Macronculuğun teknokratik şiddetine ve Avrupa’daki militarist yeniden yapılanmaya da itiraz ediyor. Ortak programı iki eksen üzerinde şekilleniyor: sosyal adalet ve demokratik yeniden inşa. Bu çerçevede kamu hizmetlerinin güçlendirilmesi, zenginlerden alınacak servet vergileriyle sosyal politikaların finanse edilmesi, işçi haklarının genişletilmesi ve göçmen haklarının savunulması gibi taleplerle öne çıkıyor.

Mélenchon’un ifadesiyle, ‘Macronculuk artık bir enkaz yoluna dönüştü’. Fransa’daki bu birleşik muhalefet modeli, parçalanmış solun birleşik sesle nasıl güç kazanabileceğini de ortaya koyuyor. Yeni Halk Cephesi’nin başarısı, sadece Fransa için değil, Avrupa genelinde direnişin yönünü belirleyebilecek bir deneyim olarak dikkatle takip edilmeyi hak ediyor.

YENİ İTTİFAKLARIN EŞİĞİNDE DİRENİŞ

Avrupa’da otoriterlik yalnızca aşırı sağ partilerin yükselişiyle değil, merkez liberal partilerin otoriter araçları içselleştirmesiyle de besleniyor. Ancak bu tablo tek yönlü değil. Macaristan’da yasaklara rağmen on binlerin yürüdüğü Onur Yürüyüşü, İngiltere’de Filistin dayanışmasının popüler kültür alanında yankı bulması, Fransa’da Yeni Halk Cephesi etrafında örülen birleşik muhalefet biçimleri, yalnızca tepkisel değil; alternatif kamusallıklar ve yeni siyasal öznellikler inşa etme iddiası taşıyor. Avrupa’nın geleceği, bu otoriter gidişata karşı kurulacak yeni ittifakların gücüne ve bu ittifakların toplumsal mücadelelerle kuracağı bağlara bağlı olacak.