Merve Kurt bianet'te yazdı: Feminist politika, burada odağı mağdurun-hayatta kalanın suskunluğundan patriyarkanın sistematik susturma mekanizmalarına kaydırarak, hakikatin görünür olmasına alan açmaya çalışır.

Türkiye’de son günlerde art arda gelen taciz ifşaları özellikle fotoğrafçılar ve sanat çevrelerinde açığa çıkanlar sadece failleri değil, failin bu eylemleri yapmasını mümkün kılan iktidar sistemlerini de ifşa ediyor.

Bu ataerkil sistem, kadınların yaşadıkları şiddeti dile getirememesini, dile getirse de inandıramamasını sağlayan duygusal ve kurumsal zemin üzerine kurulu. Bir kadının (ve bazen de daha o yıllarda bir kız çocuğunun) yaşadığı şiddeti anlatmasının önüne geçen şeylerin başında utancın, sistematik biçimde kadının bedenine, sesine, varoluşuna yazılması ve onurun, erkekliğe tahsis edilmesi gelir.

Üniversitede hocası tarafından tacize uğrayan öğrencinin konuşması halinde “kariyerin biter” tehdidiyle susturulması, intihara sürüklenmesi… Gazetecinin haber merkezinde mobbinge uğrayıp “rezil olursun” korkusuyla susmaya zorlanması…Moda çekiminde sınır ihlaline uğrayan kadınların “abartıyorsun, bu sektör böyle” denilerek utancın sırtlarına yüklenmesi… Ve mahkemede katilin “iyi hâl” gerekçesiyle ceza indirimi alması…

Ve daha da ağır olanı ise daha çocukken öğretmeni, akrabası ya da komşusu tarafından taciz edilirp “aileyi düşün”, “adını kirletme” denilerek evin içinde susturulan, okul yönetimi tarafından “olayı büyütmeyin” diye yok sayılan çocuklar…

Dünya genelinde çocuklar en yakınları tarafından istismar ediliyor (UNICEF, 2024)) ve utanç yine onların sırtına yükleniyor. Kimsenin hele de çocukların taşıyamayacağı bu yük, aslında toplumun iki yüzlü ahlakının da en büyük göstergelerinden biri.

Koruması gereken yetişkinlerin, sorumluluk alması gereken kurumların, yüzleşmesi gereken sistemin utancıyken utanç yine yerini bulmayabiliyor ve iktidar ilişkileri içinde daha savunmasız olan tarafta bırakılıyor.

Burada, erkeklik öyle bir zırh işlevi görüyor ki, en aşağılık eylemler dahi işlense fail, toplumun atfettiği ‘baba’, ‘saygın öğretmen’ ya da ‘statü sahibi erkek’ sıfatlarıyla korunuyor. Erkekliğin tekeline aldığı ‘onur’, toplumun kurumlarınca savunuluyor. Hâl böyle olunca da utancı taşıması gerekenler, toplumun ve onun ahlakının sunduğu güvenle hayatlarına devam ediyor.

UNICEF’in 2024 tahminine göre bugün hayatta olan 370 milyondan fazla kadın ve kız çocuğu 18 yaşından önce cinsel şiddete maruz bırakılmış durumda ve her 4 kadından biri hayatlarının bir döneminde cinsel tacize uğramış. Bunlar sadece kayda düşenler. Oğlan çocukları için de tahmin 240–310 milyon aralığında. Ve bu faillerin tamamına yakını ise erkek! Bu tablo, ayrıca istismarın çoğunlukla çocuğun tanıdığı kişiler tarafından, ev, okul gibi “güven” mekânlarında gerçekleştiğini de gösteriyor.

Ataerkil duygu rejimleri, bedensel ve duygusal ihlali, tacizi daha çocuklukta dahi utançla mühürlenmesi gerektiğine zorluyor bireyi ve toplumu.

Burada dikkat çekici noktalardan biri de ana akım psikoloji literatürünün dahi “mağdurun”- hayatta kalanın “neden hemen anlatmadığı” sorusunu cevaplarken, utancı bireysel duygu olarak tarif etmesidir (Lewis, 1971; Tangney & Dearing, 2002). Oysa eleştirel psikoloji (Bartky, 1990; Brown, 2006; Scheff, 2000; Ahmed, 2004) ve feminist teoriler bize duyguların da toplumsal olarak üretildiğini, düzenlendiğini ve cinsiyetlendirildiğini hatırlatır (Ahmed, 2004).

Utanç tek başına gelişen “doğal” bir duygu olarak ele alınamaz. Diğer duygular gibi hangi bağlamda kendisini göstereceği sistem içinde öğretilir, aktarılır, bedene yazılır. Onur da öyle. Daha anne karnında bebeğin cinsiyetine dair ailelerin kurduğu beklentiler, kız çocuğu için itaatkârlık, utangaçlık, “terbiyeli olma” üzerinden; oğlan çocuğu için cesaret, meydan okuma, “erkekliğin onuru” üzerinden şekillenir. Yani kişi, utanmayı da onur duymayı da öğrenir.

Bu öğrenme biçimleri ve duygulanımlar toplumsal iktidar ilişkilerinin merkezinde gerçekleşirken mağdurun–hayatta kalanın sessizliğini, sadece bireysel travmanın sonucu olarak okumak büyük haksızlık ve yetersiz bir yaklaşım olacaktır.

Toplumsal olarak öğretilmiş utancın, dışlanma korkusunun ve aileden-dışarıdan onay mekanizmalarının baskısının sonucu olduğunu unutmamak gerekir.

Psikolojik düzeyde mağdurun-hayatta kalanın donakalması, kendini suçlaması ya da yaşananı bastırmasını da sadece bireysel süreçlerle açıklayamayız; çünkü, bu utanç toplumsal iktidar ilişkilerine kök salmış yapılsal bir sürecin sonucudur.

Kadına utancı, erkeğe onuru tahsis eden ve kadınların sözünü en baştan bastıran ataerkil yapıyı sorgulamadan bu dinamikleri kavramak eksik kalacaktır.

Son dönemin öne çıkan travma uzmanlarından Gabor Maté, travmayı başımıza gelen olay olarak değil, o olay sonrasında nasıl karşılandığımızla tanımlar (Maté, 2021).

Ona göre travmanın belirleyici yönü, yaşanan şiddetin ardından kişinin desteklenip desteklenmediği, yanında kimlerin durduğu ve travma sonrası sürecin toplumsal ya da duygusal olarak nasıl karşılık bulduğudur. Yani, bir çocuk ya da kadın yaşadığı şiddetten sonra güvenli çevrede, inanılan ve desteklenen tanıklığı bulamadığında, esas travma orada derinleşir.

Bu noktada, sistematik olarak patriyarkal duygusal rejim mağduru-hayatta kalanı utandırarak, yalnızlaştırarak, failin ve kurumların elini güçlendirmeye çalışır.

Feminist politika, burada odağı mağdurun-hayatta kalanın suskunluğundan patriyarkanın sistematik susturma mekanizmalarına kaydırarak, hakikatin görünür olmasına alan açmaya çalışır.

İfşalar bu işleyişi tersyüz eden kolektif pratikler olarak utancı mağdurdan-hayatta kalandan alır çünkü zaten o utancın asıl yeri onu işleyenindir, onu işlerken ona sessiz kalanının, ona bu zemini hazırlayanlarındır. Faile ve onu koruyan kurumlara bu utancı iade eder. “Onuru” ise erkekliğin tahakkümünden alıp kadın dayanışmasının, eşitliğin ve bakım etiğinin merkezine taşır.

İnsanlık tarihi bugün de ataerkinin yarattığı yıkımların ve duygulanımsal ikiyüzlülüklerin mürekkebiyle yazılmaya devam etse de ‘utanç’, iktidarın elinde dolaşıma sokulan ve kime ait olacağı politik olarak belirlenen bir duygu olmaktan çıkmak zorundadır. “Onur” ise erkekliğe iliştirilmiş bir rozet gibi gözümüze sokulsa da kırılganlıklarımızı inkâr etmeden ve birbirimize karşı sorumluluk alarak kurduğumuz ilişkisel etik dayanışma ile yeniden tanımlanmaya muhtaçtır. Ancak o zaman yaşananları hakikate sadık biçimde yorumlayabiliriz.

Bu yüzden mesele, utancı ait olduğu yere yani kadına, çocuğa, doğaya düşman zihniyete ve onu mümkün kılan her türlü yapıya iade ederek; onuru da iktidarın değil, ortak ve eşit yaşamın alanına geri taşımak olmalıdır.

Kadınlar ve kız çocukları, çoğu zaman “güvenli” addedilen aile içinde dahi adaleti bulamazken; devlet kurumlarının açtığı hukuk yolları da delillerin, dillerin ve kadına yüklenen utancın gölgesinde kalırken bu liminal alanda ifşalar devreye giriyor.

Bu yüzden asıl sorulması gereken, “neden şimdi ifşa etti?” değil, “neden bu kadar ertelemek zorunda kaldı?” sorusu olmalı. Ve bu soruyu sorarken, utancın neden ısrarla kadının bedenine yazıldığını da unutmadan...

Ve onur kavramı da yerli yerine oturmadıkça, ikiyüzlü ahlak sistemi kadını, erkeği, çocuğu- herkesi zehirlemeye devam edecektir. Bu bağlamda, ifşaları “linç” ya da “cancel kültürü” olarak nitelemek manipülatif yaklaşımdan öte olmaz. Çünkü toplum, arkasına aldığı hukuk ve inanç sistemleriyle bu hakikatleri örtmeye, failleri korumaya devam ediyor.

Kurumsal ikiyüzlülük derinleştikçe, mağdurların-hayatta kalanların susması bekleniyor. Oysa kadınların yaptığı şey, bu sessizliği kırmaktan ve hakikati yeniden kamusal alana taşımaktan ibarettir.

Tüm bu imkansızlıklar içinde ifşalara karşı olanlara sormamız gereken bir soru var: “Bütün bu olanlara dair sen ne öneriyorsun?”

Üstelik kadınlar tarih boyunca onurlu bir yaşam için kamusal alana çıkmanın, eğitim hakkına erişmenin, ekonomik olarak hayata katılmanın mücadelesini verdi ve vermeye de devam edecektir.

Bugün bu mücadelenin parçası olarak gördüğüm ifşalar, şiddeti meşrulaştırmaya çalışan zihniyetle doğrudan yüzleşme konusunda hepimizi düşündürmelidir.

Artık kimse kalkıp, “kadın şunu giydi, bunu yaptı, o yüzden tacize uğradı” diyemez. Çünkü ulusal ve uluslararası veriler, tarihsel arşivler ve dahası gündelik yaşamın pratikleri de açıkça gösteriyor ki onur’u için her şeyi yapmaya muktedir erkeklik çocuğu da istismar ediyor, doğayı da talan ediyor.

Sonuç olarak, eğer utanç faillere iade edilir, onur ise kadınların birbirini duymasına, inanmasına ve dayanışmasına yerleşirse o zaman dayanışma ve bakım etiği müşterek kudret olarak görünür olur. Bugün önümüzde duran soru nettir: Ya ikiyüzlü ahlak sisteminin ardına sığınıp utancı yeniden üreteceğiz, ya da hakikatin ve dayanışmanın yanında durup onuru yeniden tanımlayacağız.

İnsanlık tarihi ataerkinin kaleminde utançla yazıladursun; kadınlar, kız çocukları ve onların dayanışması onurun yeni dilini, yeni siyasetini kurmaya çoktan başlamış durumda. Ve nihayet, biz tarihin akışından geçen ölümlüler, nerede duracağımıza karar vermek zorundayız. Sessizliğin suç ortaklığında mı, yoksa utancı ait olduğu yere iade eden çoğul onurun öznesi olarak mı var olacağız?