Güzelim köy havası, serin sabahlar, yaz yağmurları… Hepsi bu anonslu ağıtların fonuna dönüşerek sıradan hayatı romantik bir esarete mahkûm ediyordu. Aşk vardı ama huzur yoktu.

1990’lar Türkiyesi, neoliberal politikaların etkisiyle şehirlerin hızla dönüştüğü, köylerden kentlere göçün arttığı, kitle iletişim araçlarının tek sesli ve merkezden kontrol edildiği bir dönemdi. Böyle bir zeminde; kenar mahallelerin, taşra kasabalarının ve sınır kentlerinin iç sıkışmaları, anonslu kasetlerle ses buldu. Bir yüzü arabesk, diğer yüzü özgün; bir tarafı aşk acısıyla, diğer tarafı politik göndermelerle dolu bu kasetler, sadece birer müzik taşıyıcısı değil, aynı zamanda alt sınıfın, ötekileştirilmişlerin ve dış seslerin hafıza aygıtıydı.

Anonslu kaset kültürü, hem müzikle olan ilişkiyi kişiselleştirdi hem de kolektif bir belleği ördü. Göçle, yoksullukla, kimlik baskısıyla şekillenen bu dönem, aynı zamanda bireysel duygu dünyalarının kamusal alanda kendine yer bulmaya çalıştığı bir çabanın da göstergesiydi. Sesin mekânı aşabildiği, kimliğin kayıttan kayda çoğaltılabildiği bu kültür, bugünden geriye baktığımızda hem melankolik hem de politik bir anlam taşır. Tam da bu noktada, Goethe’nin Genç Werther’in Acıları adlı eseri, zamanlar ve coğrafyalar ötesi bir yankılanma yaratır. Werther, toplumun duygusal kodlarına uymayan, iç dünyasıyla dış dünya arasında sıkışmış bir gençtir. Onun mektupları, içsel çatışmalarının ve marjinalleşmesinin dışavurumudur. Tıpkı anonslu kasetlerin, kasabaların köşe başlarında paylaşılan duyguların sesli

mektupları olması gibi.

Anonslu kaset bir tür “duygunun illegal formudur.” Çünkü resmî söylemlerden geçmez, müzik piyasasına dâhil olmaz, dağıtım kanallarında yer bulmaz. Werther’in acısı da benzer şekilde, rasyonel dünyanın sınırlarını ihlal eder; akla ve düzene karşı duygunun patlamasıdır. Her iki pratik de kasetin içindeki anonsla Werther’in yazdığı mektup toplum dışına itilmiş bireyin görünmek ve duyulmak isteğinin bir biçimidir.

Gelelim asıl meseleye: Anonslu kaset kültürü, başta masum bir duygusal dışavurum gibi görünse de, zamanla kitlesel bir işkenceye dönüştü. Her evde bir âşık, aşk acısını sadece sevdiğine değil, tüm mahalleye, tüm köye dinletmeyi görev bildi. Kaset çalara bir kez takıldığında, artık kimsenin kaçışı yoktu. 'Olmak ya da olmamak' ruh hâli, içine bol kafiyeli dörtlükler serpilerek, diyalektiği yerle bir eden bir feryada dönüştü. Güzelim köy havası, serin sabahlar, yaz yağmurları… Hepsi bu anonslu ağıtların fonuna dönüşerek sıradan hayatı romantik bir esarete mahkûm ediyordu. Aşk vardı ama huzur yoktu.

"Zincirlere vursalar, zamanı durdursalar"

"Ruhumu yaralamış ıstırabın pençesi

hoşuma gitmez oldu yağan yağmurun sesi..."

Biz lanet rehineler de kurtulmak için yol bilmezdik, toprak evin duvarlarından acı fışkırıyor:

Aynalar titreyen bir solistin tarzında yansıyor, toplumsal realite ‘bir bakışla’ kırsalın kolonyal delikanlısının kırmızı ceketiyle Fanonvari bir direniş figürüne dönüşüyordu. Tabii ‘kırmızı ceket esmer bıyığı‘ Fanon’un ‘siyah deri beyaz maske’sine benzetmek ne kadar doğru onu da size bırakıyorum?

"Zincirlere vursalar, zamanı durdursalar

sırtımdan da vursalar, bu sevda bitmez..."

Aşk için mesajın hiçbir zaman adrese sağlıklı ulaşamayacağı bir jargon oluşmuş, birine direkt "seni seviyorum" demek neredeyse utanç verici bir hâl almıştı. "Gel iki çift laf edelim" demek yerine iki elini tanrıya açıp yakarmanın varoluşla ilgisi neydi acaba?

‘‘benden uzak olsun ersin murada, dilerim sultanlar çıksın bahtına

layık olmadığı gönül tahtına, kurulsa ne yazar kurulmasa ne…"

Goethe’nin Werther karakteri de buna benzer bir durumun içindeydi; fakat Warther mektuplarıyla bir iç fırtınayı dışa vururken; köy, kasaba gençleri acılarını teybe yazdırırdı. O mektupların yerini 60 dakikalık kasetler aldı, kalemle sarıldı, başa alındı, çoğaltıldı…

Werther'in Lotte’ye ulaşamayan aşkı gibi, kasetlerdeki aşk da hiçbir zaman muhatabına tam ulaşmadı. Her şey dolaylıydı. Aşkın dili, doğrudan söylemenin değil, etrafında dolanmanın, çile çekerek yüceleştirmenin diliydi. Sosyal normlar, mahalle baskısı ve “ayıp” kültürü; aşkı açıklıktan mahrum bırakıyordu. Sözlü kültürün yerini alan anonslu kasetler, kasabaların köylerin kolektif bilinçdışını yankılıyordu. Tıpkı Werther’in "başkalarının acısını bile kendi acısına dönüştürmesi" gibi, burada da her kaset, herkesin acısına dokunur, ama kimse birbirine dokunmazdı.

Sezen Aksu “Linç”le Geri Döndü
Sezen Aksu “Linç”le Geri Döndü
İçeriği Görüntüle

Werther’in bireysel trajedisi, burada kolektif bir sis bulutu halini aldı. Aşklar yaşanamadı ama yaşanmış gibi anlatıldı. Gökyüzüne açılan ellerde “ellerin güzelliği” saklıydı. “Seni seviyorum” denmedi, çünkü söylemek mahvolmaktı. Toplumsal yapı, aşkı ifade etmeye değil, onun ulaşılmaz olma halini sergilemeye teşvik ediyordu. Bu da duygunun içtenliğini değil, bastırılmışlığını doğuruyordu.

Goethe, Werther aracılığıyla bir çağın duyarlılığını açığa çıkarmıştı. Köylerde kasabalarda ise duyarlılık, kaset kapaklarının arasına sıkışmış, sesi bozuk bir mikrofonla yankılanıyordu. Werther, acısını bir kurşunla sonlandırdı. Köyler ve kasabalar, her defasında kaseti yeniden sararak kendini başa sardı. Ve hiçbir zaman son dizeye varamadılar.

Sonuçta, Werther mektuplarını yazarken sadece kendini vurdu, ama anonslu kaset dönemi öyle değildi; orada bir âşık acı çekiyorsa herkes çekerdi. Biri sevdiğine küsmüşse, bütün mahalle barışana kadar onu dinlerdi. Werther duygusunu kâğıda döküp edebiyata karıştı; bizimkiler sesi bastı, dörtlüğü çaktı, sonra da "şarkı Sevgiliye gelsin" deyip hepimizi duygunun gürültüsüne rehin aldı. Belki de fark, Avrupa'nın bireysel trajedisinde yalnızca kalemin ağlaması, bizimkinde ise hoparlörlerin sabaha kadar inlemesiydi. Werther içten içe yanarken, biz yüksek sesle yandık; o sustu, biz anons ettik.