Bir ülke kaç denizden kurulur?

Kaç dağ, kaç göl, kaç ova, kaç maden, kaç dehliz, kaç akarsu, kaç dönüm topraktan kurulur bir ülke?

Kaç dil konuşulur bir ülkede, kaç dini, kaç putu olur?

Kaç milletin olması gerekir bir ülkenin kurulması için?

Kaç savaştan geçer bir ülke? Kaç darbenin kucağına oturtulur?

Kaç okul, kaç hastane, kaç hapishane, kaç adalet kaç padişah sarayı olur bir ülkede?

Kaç katliamdan oluşur bir ülke? Katliamın kaç ölümden oluşması gerekir?

Kaç sürgün vardır bir ülkede?

Kaç milletin ırzına geçilmiş; kaçı düşman kaçı dost edinilmiştir?

Kaç mezarlıktan kurulur bir ülke mesela?

Bir ülke kaç vatandaştan kurulur? Kaçı gözden çıkarılmıştır? Kaçı gözüne kaçmıştır yönetenlerin?

Kaçının gözüne sokulmuştur öteki olduğu?

Kaç hektar orman yanmalıdır bir yılda? Bunun ne kadarı dipsiz, sapsız adama kıyak edilmelidir?

Bir ülke kaç deprem, kaç sel, kaç yangından kurulur?

Bir ülkede kaç çocuk ölmelidir mesela?

Kaç kadın cinayete kurban edilmelidir?

Ve kaç ölüm kıyamettir?

Ve kaç soru daha sormalıdır insan kendine bir ülkenin tanımını bulabilmek için?

Ancak, soru sormak ciddi bir sorumluluktur. Her tür soru karşısında içini olabildiğince dökebilme cesareti gösterebilmektir. Yanıttaki dehşeti sezmene rağmen yorulmak bilmeden sormaya devam etmektir.

Yüzleşmektir aynı zamanda… Kendinle, gerçeklikle, vicdanınla… Ve en zorudur insanın kendisiyle yüzleşmesi. Çünkü yüzleşme aynı zamanda sorumlu olmaktır ve sorumluluk almaktır.

Biz yani bu topraklarda yaşayan bütün insanlar, vatandaş, millet, halk adına ne derseniz deyin yüzleşmediğimiz, inkar ettiğimiz sorunları yaşıyoruz dozajı ve şiddeti arttırılarak..

Her gün bir öncekinden daha şiddetli bir krize uyanıyoruz.

Deprem oluyor, insanlar enkaz altında can çekişirken devletin yetersizliği karşısında soru sormuyoruz. Daha önceki depremlerden bu yana bu ülkede depreme dayanıklı kentler oluşturmak için neyi beklediklerini sormuyoruz hükümetlere.

Bir otelde onlarca kişi yanarak can veriyor, otelleri denetleyen devlet kurumlarının nasıl bir denetim yaptığını sormuyoruz.

Ormanlar yanıyor, her gün yanıyor, çoğalarak yanıyor; bugünden yarına yangını söndürmek için ne gibi bir strateji geliştirdiğini sormuyoruz yetkililere.

Yenidoğan Çetesinin nasıl oluyor da bir çete kurabildiğini sormuyoruz.

Halkın iradesiyle seçilmiş insanların neden hapiste tutulduğunu sormuyoruz.

Kadın cinayetleri verilerinin neden gerilemediğini ve artarak devam etmesinin neden önüne geçilemediğini sormuyoruz.

Her gün başka bir trajediye uyanıyoruz ama bu trajedinin bizim kaderimiz olduğuna kimin karar verdiğini sormuyoruz.

Çünkü biliyoruz dün sustuklarımız bugün yaşadıklarımızdır. Neye sustuysak neyi sormadıysak neden sormadıysak bugün bize yaşatılan trajedinin kendisidir. İnsan alkışladıklarından sorumludur,

insan sustuklarından sorumludur, insan yüzleşemediklerinden sorumludur…

Bugün “Bu kadar da olmaz ki!”dediğimiz her isyan, dün başkalarının isyanıydı… Çünkü kötülük kabarıp zonklamaya başlamıştı kentlerin şafağında. Biz onu görmezden, duymazdan geldik.

Birbirimizin yüzüne bakamaz olmadık. Çünkü öyle bir sorumluluğumuz yoktu. Çünkü bir karşı mahallemiz vardı suçu atacağımız. Sorularımız da bizi çoktan terk etmişti zira…

Koskoca bir çaresizlik kazanında kaynıyoruz şu anda. Vatanın vatandaştan daha kıymetli olduğu bir coğrafyada başımıza gelen her şey, kader; her ölüm de ecel oluyor maalesef. Bizim en büyük çaresizliğimizin ölüm değil zulüm olduğunu bilmiyoruz. Ve biz hala sormuyoruz sormamız gereken soruları. Oysaki sormakla başlayacak her uyanış.. Sormakla sorumluluk alınacak… Sormakla başlayacak dayanışma…

Sorarak affetmeyi, sorarak anlamayı, sorarak sorumluluları bulmayı ve cezalandırmayı ,sorarak bütün kötülükleri bertaraf etmeyi öğreniriz. Çünkü kötülük yapmamak, kötülük karşısında sorusuz kalmak bizi iyi yapmaz ; bizi kötülük yapanın ortağı yapar.

*Ne yazık ki hepimiz bir şekilde kötülük yapıyoruz ona bulaşıyor ve bulaştırıyoruz….*

Sahi bir ülke kaç zulümden kurulur?

*Şengül KIYAK “Bulaşıcı Kötülük”