Köpüren köpürtücü bir hayatın nadasıdır kardeşim

bütün devrimcilerin çektikleri

biliriz dünyadaki yorgunluk habire mızraklanır

dağlarda gürbüz bir ölümdür bizim arkadaşlarınki

pusmuş bir şahanız şimdilik

ne kadar şahan olsak

ama budandıkça fışkıran bizleriz

ölüyoruz, demekki yaşanılacak.

İsmet Özel

13 Eylül 1980 sabahı… Adapazarı…

Evimizdeyiz.

Hiçbir şeyden haberi olmayan küçük bir kız çocuğu olsam da yetişkinlerin yüzlerindeki tedirginliği görebiliyor ve kesif pipo kokusundan her zaman rahatsız olduğum gibi o gün de rahatsız oluyordum.

Evdekiler üzgündü, şaşkındı, şimdi ne olacak kaygısıyla günü yaşamaya çalışıyorlardı. Biz çocuklar evin bu rehavetli havasından rahatsız olduk ki bahçeye top oynamaya çıktık. Her zamankinden farklıydı sokak. Hiç insan yoktu. Adım başı asker vardı sokakta. Ellerinde tüfekler, sanki bir saldırıyı bekler gibi tedirgin ve tetikteydiler. Bizim tahta tüfeklerimizle silahçılık oynadığımız oyunlardaki gibi değildiler. Çok serttiler ve büyüktüler çok büyüktüler. Onlar bizden değildi. Topumuz kaçtı sokağa.

Bir asker hışımla topu eline aldı ve bize; “Evinize dönün!” dedi. Bizi eve çağırma yetkisi ancak ve ancak annelerimize aitti. “Niye ki!” dedik bu yüzden. “Çabuk eve girin!” diye emretti bize ve topu gözümüzün önünde patlatıp çöp bidonuna attı. Dehşete düşmüştük, korkudan arkamıza bile bakmadan eve doğru koşmaya başladık. Eve geldiğimizde büyüklerin yüzündeki tedirginlik artık bizim de yüzümüze gelip oturmuştu. Anneme başımıza geleni anlattığımda “ Sokağa çıkma yasağı var, çıkma sokağa!” dedi.” Ama orası sokak değil bizim bahçemiz “dediğimde “Yasak annecim, sorgulama, senin iyiliğin için çıkmamalısın“ dedi. Beni korkutan şey benim iyiliğim olamazdı.

Sonra bir gece annemle dayımın evdeki kitapları toplayıp bir çuvala koyduklarını gördüm. Arka bahçeye kitapları yakmaya götürürken yüzlerindeki korku ve üzüntüye tanık oldum. Neden kitapları götürüyorsunuz diye sorduğumda yasak bu kitaplar dedi, bizim iyiliğimiz için.

Sonra üniformalı yüzünde merhametten eser olmayan o adam; “Aziz Türk milletinin , kendi kendine kontrol edemediği demokrasiyi yeniden tesis etmek için yönetime el koymak zorunda olduğunu söyledi. Halkın refah ve mutluluğu için bu gerekliydi. Toplumun menfaati söz konusuydu. Yani toplumun iyiliği içindi. Halkın refah ve mutluluğu için birilerinin yok olması gerektiğini çok erken tecrübe etti bizim nesil. Hiç değişmeyen en büyük argümandı bu: halkın refah ve mutluluğu.

Aile, toplum, iktidar kendi gerçeklikleriyle etrafımızı örüyor ve bizden vicdan muhasebesi yapmadan yaşayıp gitmemizi bekliyorlardı.

Gerçeklikten uzak, fikirsiz olmak için sistemin bütün tuşlarına basılıyordu. Eğitim, sosyal hayat, siyaset, her iktidarla yeniden inşa ediliyor ve milli menfaatler hep üstün tutuluyor ve milli güvenlik için birileri düşman ilan ediliyor ve ortadan kaldırılması için bütün yollar meşrulaştırılıyor ve etkisiz hale getiriliyordu.

Halktan beklenilen ise kendi iyilikleri için iktidarı desteklemeleri ve yine kendi iyilikleri için yürütülen siyasete muhalefet olmamalarıydı. Çünkü bir binaya doldurulmuş birtakım insanlar bütün insanlardan bir toplumdan bir halktan daha fazla o ülkenin kaderi hakkında söz sahibi olmalıydı.

Soruların en tehlikelisi “Neden” dir. Bir çocuk neden sorusunu sorduğunda bilmelisiniz ki hangi sürüdeyseniz o çocuğu artık o sürünün bir ferdi yapamazsınız. Çocukluğum neden sorusunu önce içimden sonra yüksek sesle sormakla geçti.

- Yasak bu!

- İyi ama neden?

- Senin iyiliğin için?

- Neden benim iyiliğime sen karar veriyorsun?

- Sorgulama!

- Neden?…“Neden” sorusunun insanı özgür kılan bir yanı da var. Çünkü neden diye sordukça, her cevabınız yeni bir soruya davetiye çıkarır.Ve siz hantal bir düşünce yapısından kurtulup eyleme geçme gücünü kendinizde bulursunuz. Çünkü her soru size bir şeyleri düzeltme sorumluluğu verir.

Toplumsal hiçbir meseleye artık gözlerinizi kapatamazsınız.

-Savaş mı?

-Kiminle, neden?

-Soykırım mı?

-Hangi hakla?

-Barış mı?

-Hemen, şimdi….

10 Ekim 2015 sabahı… Ankara…..

Sokaktayız..

Her şeyden haberdarım artık..

Onbinlerle beraber yürüyoruz, akın akın geliyoruz, sel gibiyiz, güneş selamlıyor bizi. Ellerimizde pankartlar, ayaklarımızda halaylar, dillerimizde türkülerle yürüyoruz. Barışa yürüyoruz, barış kazanacak diyoruz, barışa sahip olacak Doğu, Batı; Kuzey, Güney…

Bir bent kurulamaz diyoruz önümüze, yıkar geçeriz diyoruz.

Kurmadılar…

Sıkılmaz bu kalabalığa diyoruz biber gazı.

Sıkmadılar…

Tazyikli suyu içer bu kalabalık diyoruz, dokunamazlar bize.

Dokunmadılar…

Çünkü ne bir asker ne bir polis ne bir güvenlik görevlisi…

İki tane canlı bomba sadece…

Durduk,

Zaman durdu

Zihnimiz durdu

Biz durduk

Barış ,en çok barış durdu…

Bizi saf kötülük durdurdu.

Hiç dinmeyecek öfkemizle durduk. Nasıl olur dedik, barış mitingini kana bulamak hangi akılla hangi vicdanla hangi siyasetle hangi anlayışla açıklanabilirdi?

Ankara’da o sokaklarda onbinlerce insan o anda aynı soruyu sordu yeniden: Neden?

İnsanların vicdanlarının kilitlendiği yerde rakamlar konuşur, o rakamlar ki soğuk, ruhsuz, acımasız ve katildirler. Skorlar belirler dünyanın düzenini. Düzen, rakamların gölgesinde gayet rahat ve huzurlu bir dinginliğin içindedir. Savaşın skoru vardır mesela, soykırımın, açlığın, adaletin, sağlığın, iktidarın…

Sayılar en çok ölülerin sırtına biner. Ölüm bir sayıya sığmayacak kadar ürkütücü ama ölüler sayıların üstünde bir çırpıda söylenecek kadar kolaydır. Ölenler rakamların arasında kaybolup gider. Savaşlar bu yüzden kolaylıkla meşrulaştırılır. Oysa barış üzerine düşünülmesi, nakış nakış işlenmesi, ödenecek bedellerin hepsinin ödenmesi gereken bir şeydir. Çünkü barış düşünmeme halini kabul etmez, çünkü barış gaflet içinde umursamazlık konforunda yaşamayı reddeder, çünkü barış yaşayıp gidiyoruz işte bize ne diğer mahalleden demeyi yasaklar. Çünkü barış her evde her sokakta her bölgede olmadığı sürece barış değildir.

O gün, o mitingte ölenlerin sayısı hiçbir zaman doğru verilmedi. Kimi bedenen kimi ruhen kimi siyaseten öldü o sokakta. Çoğumuz sağ çıkmayı denedik, ama sadece denedik. Çünkü evlerimize geldiğimizde televizyonda istifa edecek misiniz sorusuna sadece gülmekle yetinen bakanın yüzünü gördüğümüzde yeniden öldük. İnterneti açtığımızda; ”Teröristler sizi, keşke hepiniz ölseydiniz" diyen yurdum insanının yorumlarıyla yeniden öldük. Ne işin vardı orada, sana ne diyen teyzelerin sözleriyle yeniden öldük. Tekrar tekrar öldük, ölü sayılarının arasına giremedik ama öfkemizin kıskacında öldük.

Bugün… barışı inşa etmek isteyenler o gün bizim üzerimize canlı bombayı yollayan ellerle aynı ellerdi. En kötü barış en iyi savaştan daha iyidir diyor birileri. Ağıtlar susacaksa, insanlar korkmadan, düşünmeden birbirlerinin ellerine bırakacaksa ellerini, huzur gelecekse her mahalleye, her bölgeye, her iklime elbette barış için bütün çabalar…Yalnız bir hesap sormadan mı barış? Bunca katliamın bunca canın hesabını vermeden mi barış? O bombaları bizim üstümüze yağdıranları cezalandırmadan mı barış?

Ölülerimizin hesabını vermeden mi barış?

Ölüler cevap veremez, Tanrı cevap veremez.. Ama cevap vermesi gerekenlerin cevabını almadan mı barış?

Tam on yıl geçti aradan. Savaşın, soykırımın, katliamın insanda bıraktığı etkiyi zaman asla temize çekemiyor. Mesele bizi kendine düşman görenlere- çünkü biz onları kendimize hiç düşman olarak görmedik- benzemeden mücadele etmeyi sürdürebilmekte. Bizim ölülere karşı sorumluluğumuz var yaşayanlara karşı sorumluluğumuz var. Sorduğumuz sorulara aldığımız yanıtlara karşı sorumluluğumuz var. Yoksa avcının elindeki kanı gözündeki gözyaşından önce görmüşüz ne ki?

Bizim barışa karşı bir sorumluluğumuz var.