Türkiye’de öğrenci hareketini 1960 öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırabiliriz. 1923-1960 arasında, Kemalizm etkisiyle işleyen öğrenci hareketi; 1960 sonrası TİP’in kitlesel sosyalist mücadelesiyle yön değiştirir.

1970 ve 1980’li yıllara geldiğimizde ise her siyasi örgütlenmenin genç ve öğrenci grubu bulunur. Sosyalist öğrenciler; kampüslerde, kırlarda ve şehirlerde her türlü mücadeleye sadece destek olmakla kalmaz, yön verir. Örgütlemelerinin iç dinamiğinde derin okumalar ve pratik çalışmalar yer alır. Bu okumalar onları, yurdumuzun büyük teorisyenleri hâline getirir.

12 Eylül Darbesi, Amerikan emperyalizminin devrimci öğrenci hareketinden duyduğu korkunun bir yansımasıdır. Özal dönemi ile başlayan anti-sosyalist ekonomik ve anti-sosyal devlet politikaları ise, öncesinden daha sağlam bir şekilde işlenmektedir. Devrimci öğrenciler; fabrikalarda işçilerle birlikte işçi olur, demir döver; yanan kırlarda köylüye yoldaş olur; kampüslerinde sıra arkadaşlarıyla kol kola barikat yıkar.

Bulunduğumuz dönem ne kadar devlet televizyon kanallarında cinayeti, yolsuzluğu ve “milli kimlik” adı altında faşizm propagandası yaparsa yapsın, bizler kendi kaderimizi çizmeye devam ediyoruz. Kadın sıra arkadaşlarımız ölürken gelmeyen polisler kampüslerimizde cirit atıyor; bizler açlıktan kıvranırken iktidar bize 3 bin TL’yi layık görüyor. Biz öğrenciler, geçmişte olduğu gibi, hiçbir siyasi partinin ve örgütün ayakçısı değil; tam anlamıyla iktidarın ve siyasi partilerin başıyız.

19 Mart sürecinde de gördüğümüz gibi, Beyazıt’ta ve yurdun dört bir yanında başlayan öğrenci hareketi, iktidar polisini kampüslere sokuyorsa ve küçük burjuva kaypaklığı içinde bocalayan ana muhalefet kitlesini sokağa yığıyorsa, öğrenciler devrimci hareketin bir parçası değil, devrimci hareketin ta kendisidir.