Ekim 1917… Petrograd’ın üzerindeki gri gökyüzü, yalnızca kışın değil, yüzyıllardır süren bir düzenin son günlerinin ağırlığını da taşıyordu. Fabrika sirenleri devrimin çağrısı gibi çalmaktaydı. İşte John Reed, tam bu anların ortasında, defteri koltuğunun altında, barikatların arasında dolaşıyor ve Sovyet toplantılarına katılarak dünya için bir dönüm noktası olacak devrimi satır satır not ediyordu.
Reed’in Dünyayı Sarsan On Gün’ü, soğuk bir tarih metni değil; ter, toz, barut kokusu ve kitlelerin nefesini hissettiren bir tanıklık. Reed yalnızca gördüğünü değil, hissettiğini de yazdı. Örneğin, Kışlık Saray’ın alınışını anlatırken şöyle diyor:
“Saat on bir civarında, sarayın iç avlusundan bir patırtı yükseldi. Karışık ayak sesleri, bağırışlar… Ve sonra, öfkeli, kararlı bir kitle, bir nehir gibi kapılardan aktı.”
Kitap, 25 Ekim (7 Kasım) öncesi ve sonrası günleri kronolojik olarak işlerken, yalnızca Lenin’in politik hamlelerini değil, sokaktaki sıradan insanların devrim bilincini de gösteriyordu. Ekmek kuyruğundaki Petrogradlı kadınların sözlerini mesela:
“Çar gitti, Kerenski geldi, ama biz hâlâ açız. Bolşevikler belki ekmek verir.”
Bu cümle, devrimin “neden”ini bütün manifestolardan daha yalın anlatmaktaydı.
Lenin’in önsözde belirttiği gibi, “Hiçbir şey, işçilerin ve köylülerin iktidarı nasıl aldığını bu kitap kadar canlı anlatmamıştır.” Reed’in dili, bir yandan gazeteciliğin keskinliğiyle olayları kaydederken, bir yandan da edebi bir roman gibi akar. Mesela Smolny Enstitüsü’nde Bolşeviklerin toplantısını tasvir ederken:
“Koridorlarda bir uğultu vardı; konuşmalar, kâğıt hışırtıları, ayak sesleri… Ama her yüz, tek bir şey söylüyordu: Zaman geldi.”
Dünyayı Sarsan On Gün, yalnızca geçmişin devrimini değil, bugüne yöneltilmiş bir soruyu da barındırıyor: Halk kitleleri ne zaman ve nasıl ayağa kalkar? Reed’in anlattığı devrim, bir “ani patlama” değil; savaşın, açlığın, adaletsizliğin ve örgütlü mücadelenin bir birleşimi olarak öne çıkıyor.
Bugün, dünya hâlâ eşitsizlikle boğuşurken, Reed’in satırlarından yükselen ses bize şunu hatırlatıyor: Tarih, yalnızca kralların ve generallerin hikâyesi değildir. Tarih, ekmek kuyruğundaki kadının, fabrikanın önünde grevde bekleyen işçinin, barikatta direnen gencin hikâyesidir.
Dünyayı Sarsan On Gün, işte bu hikâyenin en ateşli bölümlerinden biridir. Ve yüz yıl sonra bile, kapağını açtığımızda, dünyanın yeniden sarsılabileceğini hissettirir bizlere.