Gabriel García Márquez’in Kolera Günlerinde Aşkı, aşkı yalnızca bir duygu değil; bir bekleme biçimi, bir direnme pratiği ve hatta bir yaşam politikası olarak ele alan büyüleyici bir roman. Bir klasik. Márquez, Latin Amerika edebiyatının o kendine özgü büyülü gerçekçilik damarını bu kez daha dingin, daha melankolik ama aynı ölçüde çarpıcı bir üslupla işleyerek bize yalnızca iki insanın hikâyesini değil; modernleşme, sınıf farkı, tutku, sadakat ve zamanın erozyonu gibi temaları da iç içe sunmakta.

Aşkın Bir Ömür Boyu Sürebileceğine Dair Bir İnanç

Romanın merkezinde Florentino Ariza’nın yarım asırlık bekleyişi var. Bu bekleyiş, edebiyat tarihinde benzeri zor bulunan bir tutarlılık ve saplantıyla çiziliyor. Ariza’nın aşkı, romantik bir idealizmden çok, zamanla içine çöken bir varoluş biçimi hâline geliyor. Márquez, bu karakter üzerinden okura şu rahatsız edici soruyu yöneltiyor:

Aşk, gerçekten bir insanın tüm hayatını kaplayacak kadar hacimli bir duygu mudur?, yoksa Florentino’nunki yalnızca güzel bir kendini kandırma mı?

Bu ikilem roman boyunca hiç netleşmez; işte tam da bu nedenle Kolera Günlerinde Aşk yalnızca bir aşk romanı değil, aşkın doğası üzerine bir tartışmadır da aynı zamanda.

Fermina Daza: Aşkın Gerçeklikle Çarpıştığı Yer

Márquez, Fermina Daza’yı yalnızca bir “aşk nesnesi” olarak sunmaz. O, sınıf atlama arzusu, toplumsal baskılar, kadınlığın modernleşen toplumda aldığı yeni biçimler ve bireysel özgürlük arayışı gibi temaların yüzeyinde ilerleyen güçlü bir karakter olarak çıkar karşımıza. Marquez’in Fermina’nın Florentino’ya duyduğu ilk gençlik heyecanını bir“yanılsama” olarak yorumlaması, romanın en kritik dönemeçlerindendir.

Fermina’nın hayatının Dr. Juvenal Urbino’yla örülmesi ise aslında Latin Amerika’nın modernleşme hikâyesinin de bir yansımasıdır: bilim, düzen, rasyonalite ve ilerleme ideali. Florentino’nun temsil ettiği tutku ile Urbino’nun temsil ettiği modern akıl arasında sıkışan Fermina, romanın en insani çatlaklarını oluşturur.

Kolera: Hastalık mı, Metafor mu?

Kolera salgını, roman boyunca yalnızca bir arka plan olayı değil; aşkın hem kırılganlığını hem de dayanıklılığını gösteren bir metafor işlevi görür. Salgın, insanların ölümle burun buruna yaşadığı bir çağın çaresizliğini anlatırken, Márquez aynı zamanda duyguların bulaşıcılığına, aşkın bir tutku hastalığı gibi insanı sarmasına da gönderme yapar.

Florentino’nun aşkı kimi zaman bir kolera nöbeti kadar ateşli, kimi zaman salgın sonrası hayatta kalmış bir organizma kadar inatçıdır. Márquez’in büyülü gerçekçiliği de burada devreye girer: Aşk, biyolojik bir rahatsızlık ile aynı düzleme çekilir.

Zamanın Sınırlarını Test Eden Bir Hikâye

Roman boyunca zaman, adeta üçüncü bir karakter işlevi görür. İnsanların yaşlanması, aşkların biçim değiştirmesi ve şehirlerin dönüşümü… Márquez, okuyucuya zamanın sadece geride bırakmak değil; bazen tüketmek, bazen de yeniden başlatmak olduğunu hatırlatır okuyucuya.

Özellikle romanın unutulmaz finali –Florentino’nun ve Fermina’nın yaşlılıklarında çıktıkları nehir yolculuğu– edebiyatın en zarif kapanışlarından biri olarak tarihe geçer. Bu bölüm, aşkın zamana yenilmediğini söyleyebileceğimiz kadar romantik, ama aynı zamanda insan duygularının döngüselliğini de vurgulayan bir gerçektir.

Sonuç: Aşk mı,, İnat mı, Hayat mı?

Kolera Günlerinde Aşk, yalnızca gençlik aşkının geri dönüşü değil; zamanın, toplumsal baskıların, kişisel hırsların ve modern toplumun içinden geçen büyük bir insanlık hikâyesidir. Márquez, okuru romantizmin sisleriyle sararken aynı zamanda gerçekliğin sert zeminiyle de yüzleştirir.

Roman bittiğinde akılda cevaplar değil, sorular kalır:

• Aşk gerçekten beklemeye değer mi?

• Yoksa beklediğimiz şey, aşkın kendisi değilde , aşkı mümkün kılan ihtimaller midir?

• Bir insan, bir ömür boyun aynı duygunun mahkûmu olabilir mi?

Márquez bu soruları yanıtlamaz; çünkü kitabın büyüsü tam da burada başlar. Okur kitap bittikten sonra bu soruları yanıtlamak gibi bir gerçeklikle başbaşa kalır.

Eylemciler: Küçük eylemlerin büyük devrimi
Eylemciler: Küçük eylemlerin büyük devrimi
İçeriği Görüntüle