Sakarya’da yaşanan dönüşüm bir şehir planlaması değildir; bu, sermayenin ihtiyaçlarını önceleyen bir yeniden düzenleme operasyonudur. Buna “kalkınma”, “yatırım”, “büyüme” diyenler, aslında kamu gücünün özel projeler için kullanıldığı gerçeğini perdelemeye çalışıyor.

Bugün Kaynarca’ya kimya OSB, Ferizli’ye lojistik depolar, Geyve’ye tarım fabrikaları, Karasu’ya liman koridoru dayatılıyorsa bunun tek nedeni vardır: Sermaye için bütüncül bir sanayi zinciri oluşturmak. Ve bu zincirin halk için hiçbir güvenlik payı yoktur.

Karasu’da evlerin kapısına bırakılan tebligatlar bu gerçeğin en çıplak göstergesidir: “30 gün içinde yıkın. Yıkmazsanız biz yıkarız, masrafı da sizden alırız.” Bu bir idari işlem değil; halkın iradesini, yaşam alanını ve ekonomik gücünü yok sayan politik bir tercihtir. Evlerin yıkımı için verilen fatura, aslında bu dönüşümün kim için yapıldığının itirafıdır. Riskli alan ilan edilen kıyı boyunca halk çekiliyor, yerine limana entegre yeni bir düzen getirilmek isteniyor. Kıyı halkı taşınırken, kıyının geleceği halktan saklanıyor.

Bu tablo Türkiye’nin başka bölgelerinden de tanıdık: Dilovası, Aliağa, İnegöl… Aynı yöntem, aynı söylem, aynı sonuç. Sanayi koridoru kurulur, ekolojik denge bozulur, yaşam alanları daraltılır, halk yoksullaşır. Bir şehrin kaderi teknik bir konuymuş gibi sunulur ama gerçekte politik bir tercihtir. Üstelik bu tercihi halk belirlememiştir.

Geyve ve Pamukova’ya kurulmak istenen tarım-tesisleri de aynı zincirin parçasıdır. Bu projelerin adı “tarıma dayalı ihtisas OSB” olsa da gerçekte tarımı şirket mantığına göre dönüştüren ve küçük üreticiyi bağımlı hale getiren bir modeldir. Toprağın kendine ait döngüsü, suyun akışı ve bölgenin biyolojik çeşitliliği bu planlarda bir değişken olarak bile görünmüyor. Ovanın tarımsal kimliği teknik terimlerle yeniden paketleniyor, fakat sonuç açıktır: Yerel tarımın sonu.

Ferizli’ye kurulan lojistik merkezleri ise kentin nefesini değil, yükünü artırıyor. Depolama sahaları, tır trafiği, enerji tüketimi… Bunların hepsi Sakarya’nın ekolojik kapasitesini doğrudan zorlayan süreçler. Buna rağmen projeler halka “fırsat” gibi sunuluyor. Oysa bu düzenlemelerin hiçbirinde halk değil, taşıma hatları ve sermaye öncelikli.

Ekoloji teknik bir mesele değildir; doğrudan siyasetin alanıdır. Üretim biçimleri, mülkiyet ilişkileri, kamu yatırımlarının yönü… Bunların hepsi, bir kentin doğasını nasıl koruyacağını ya da nasıl kaybedeceğini belirler. Bilim veri sunabilir ama bu verinin nasıl kullanılacağı politik iradeye bağlıdır. Halkın örgütlü sesi yoksa hiçbir çevre mücadelesi kalıcı olamaz. Ve şimdi, bu şehrin gerçek sahiplerine, yani burada yaşayanlara düşen görev açıktır: Bu dönüşümün yönünü belirleyen masalarda halk yoktur ama sahada halkın iradesi vardır. Bu irade sonucu değiştirebilir.

Karasu’nun kıyısı,

Geyve’nin ovası,

Kaynarca’nın toprağı,

Ferizli’nin rüzgârı…

Bunların hepsi bu şehrin ortak yaşam kaynağıdır.

Sakarya, bütün bu baskılara rağmen kendi ekosistemini koruma gücüne sahiptir. Yeter ki kararlar masa başında değil, yaşamın içinden verilsin.

Bu sadece bir şehir planlaması meselesi değil;bu, yaşam hakkı meselesidir.

Ve ben, Adapazarı’nda doğup büyümüş biri olarak hatırlıyorum:

99’da “Sakarya’yı seviyoruz, Sakarya’yı terk etmiyoruz” diye yazdık… ve kaldık.

Şimdi bir karar daha vermemiz gerekiyor:

O duvara bugün ne yazacağız?