Bize “Zengin misin, fakir mi?” diye soruyorlar. Sanki zenginlik yalnızca cebimizdeki para, yoksulluk ise faturalarla ölçülürmüş gibi…
Oysa zenginlik, içimizde bir direniş alanıdır.Kiminin içinde hâlâ ışık kalır, kiminin içinde yalnızca kabullenmişlik.Birinin parası vardır ama sesi yoktur; diğerinin sesi vardır ama yeri yoktur.
Hangisi daha zengin?
Bugün bedava olan çok şey var. Teslimiyet bedava mesela; başını öne eğmek, “ne yapalım, kader” demek…Ama direnmek pahalı. Çünkü direniş, yalnızca polise, patrona ya da devlete karşı değil önce kendi içindeki korkuya karşı başlar.Kendinle yüzleşmek, susturulmuş bir halk kadar kalabalıktır.
Konuşmak bedavadır, ama sözünü riske atmak pahalı.Kalabalıklara karışmak bedavadır, ama yalnız da kalabilmek pahalı. Her şeye “evet” demek bedavadır, ama bir kez “hayır” demek bazen ömrünle ödenir. Hız bedavadır, ama yavaşlamak, düşünmek, sindirmek pahalı. Bu çağ düşünmeye değil, tüketmeye teşvik ediyor bizi.
Her şeyin hızla aktığı bir sistemde durmak, akıntıya karşı yüzmektir. Ve o yüzme hareketinin adı da, işte, direniştir.
Ananemin İnadı
Ananem, kahvehanenin ortasına dalıp erkeklere avazı çıktığı kadar bağıran bir devdi.Köyün kadınları o anı hep fısıltıyla anlatırdı; anneme göre cinnetti, bana göre devrimdi. Şimdi anlıyorum ki, bir kadının kendi sesini ilk kez geri alışının hikâyesiydi.
Ben haftasonları köyde olurdum. Ya erik ağacına kurulan salıncakta, ya da dut ağacının altına serilen kilimde uyuklardım. Dereye inmek yasaktı.Yılanlar vardı çünkü.Yılanlar kurbağaları yutardı.Ananem her seferinde aynı cümleyi söylerdi: “Bazı yılan kurbağaları yer, sakın dereye inme, sakın.Allah korusun!” O zaman anlamazdım, ama büyüyünce anladım: O uyarı, yalnızca dereye değil, hayata dair bir tembihmiş.
“Ben toprağı kazmayı babamdan öğrenmedim,” derdi sonra, “toprak beni kazıdı ben onu öğrendim.”
Herkesin “erkek işi” dediği ne varsa, o inadına yaptı:odun kesti, çatıyı onardı, kürek salladı. Ama her şeyi yaparken bir elinde de fide vardı ; hep bir şey ekerdi. Sürdürülebilir yaşamı hiçbir kitap okumadan, içgüdüyle bilirdi. Yaşamın hakkını toprağa, emeğe, suya vererek öderdi.
Ananem zengin değildi ama sabrını, inadını ve o koca kalbini kimse satın alamazdı.
Her sabah “hadi bakalım, bugün de dünyayı yeniden kuracağız” diyerek güne başlardı.Belki de en büyük direnişi buydu: Yıkılmadan, sürekli yeniden kurmak.
Direnişin maliyeti hep artar, sessizliğin indirimi hiç bitmez.Ama yine de biz pahalı olanı seçiyoruz. Çünkü bedeli ödenmiş bir umut, bir ülkenin en büyük servetidir. Ve belki de bu yüzden, gerçekten yoksul olanlar hâlâ “rahat” olanlardır.Bizim zenginliğimiz; dayanışmanın, inadın, göz göze gelen iki insanın sessiz anlaşmasında saklıdır.
Ananemin sesini şimdi daha iyi duyuyorum. Köy kahvesinde yükselen o ses, bir kadının değil, bir çağın direnişiydi aslında.Bize miras kalan o sesin yankısı şunu söylüyor:
“Fakir misiniz, yoksa hâlâ direnebilecek kadar zengin misiniz?”