Bazı ülkelerin tarihine bir kelime damga vurur. Şili için bu kelime, 1988’de sandıkta söylenen sade ama yıkıcı bir cevaptı: “No”.
Pablo Larraín’in aynı adlı filmi, Augusto Pinochet’nin on beş yıl süren askeri diktatörlüğünün, tanklarla değil, televizyon ekranlarında verilen bir mücadeleyle sona erişini anlatıyor.
Ama bu hikâye, 1988’de başlamadı. 11 Eylül 1973’te Şili’de demokrasi, ABD destekli bir darbeyle paramparça edildi. Seçilmiş sosyalist Başkan Salvador Allende, başkanlık sarayında kuşatıldı, tanklar sokaklara çıktı, ordu televizyonlardan “kurtuluş” mesajları verdi. Asıl kurtulan ise demokrasinin değil, uluslararası sermayenin çıkarlarıydı. Pinochet’nin Şili’si, Milton Friedman’ın öğrencileri olan Chicago Boys için bir laboratuvara dönüştürüldü. Özelleştirmeler, sosyal hizmetlerin tasfiyesi, sendikaların dağıtılması… Ekonomi rakamları parlarken, halk yoksullaştı, muhalifler kayboldu, binlerce kişi işkence gördü ya da öldürüldü.
1988’e gelindiğinde, Pinochet, uluslararası meşruiyetini tazelemek için anayasal bir referanduma gitmek zorunda kaldı. İşte Larraín’in filmi tam da burada başlıyor. “No” kampanyasının başına, genç bir reklamcı olan René Saavedra (Gael García Bernal) getirilir. Muhalefetin birçok ismi, diktatörlüğün kanlı yüzünü göstermek isterken. Saavedra ise başka bir yol koyar ortaya:Bu yol korkuyu değil, umudu anlatmaktan geçer .
Gökkuşaklı logolar, dans eden insanlar, neşeli pop şarkıları… Kimi muhalifler bu stratejiyi hafif bulur ve sert bir dille eleştirir. Fakat Saavedra pes etmez ve sonunda da haklı çıkar: yıllarca korku içinde yaşamış bir halk, ancak geleceğe gülümseyerek bakarsa sandığa gidebilir. “No” kampanyası %55 oyla kazanır. Pinochet yenilgiyi kabul etse de 1990’a kadar iktidarda kalır, ordunun başında ise yıllarca nüfuzunu korur.
Larraín, “No” filminde belgesel ve kurmacayı ustaca harmanlıyor. O dönemin televizyon estetiğini taklit eden görseller, izleyiciyi 80’lerin Şili’sine götürüyor. Ancak film, Pinochet sonrası dönemin çelişkilerini de sessizce hatırlatıyor: Diktatör gitse de neoliberal düzen yerinde kalmıştır. Bugün Şili’de hâlâ özel emeklilik sistemi, özelleştirilmiş eğitim ve sağlık, gelir adaletsizliği ve polis şiddeti hâlâ tartışılıyor.
Ve işte burası, filmi yalnızca tarihsel bir anı değil, günümüze ayna yapan nokta. Latin Amerika’nın başka ülkelerinde –El Salvador’da Bukele, Arjantin’de Milei– otoriter sağ, yine “güvenlik” ve “düzen” söylemleriyle iktidarını pekiştiriyor. Pinochet’nin gölgesi hâlâ bu topraklarda dolaşıyor.
“No”, bize şunu hatırlatıyor: otoriter rejimler bazen silahla değil, sandıkla da yenilebilir. Ama asıl mücadele, sandığın kapanmasından sonra başlar. Çünkü diktatör gidebilir, fakat onun kurduğu ekonomik ve siyasi düzen, yüzünü gülümseterek ayakta kalabilir.
Bazen en devrimci kelime, sadece iki harften ibarettir. Ama o kelimenin hakkını vermek, ondan çok daha uzun süren bir mücadele ister.
Günümüz muhalefet hareketleri için “No” filminin verdiği 5 ders ise;
1. Korku değil umut dili – Kitleler, umuda yaslanan kampanyalara daha kolay bağlanır.
2. Medya taktiği – Tekellerin kontrolündeki medyada bile mesajın taze yaratıcı ve mizahi olması gerekir.
3. Ortak hedef – Farklı ideolojik gruplar, en azından kritik dönemeçlerde birlikte hareket edebilmelidir.
4. Diktatör sonrası için hazırlık – Sandıktan zafer çıksa da ekonomik ve siyasi sistemin dönüşümü için ileriye dönük bir planlama şarttır.
5. Uluslararası göz – Dünya kamuoyunun desteği, baskıcı rejimler üzerinde ciddi bir basınç yaratabilir bunun içinde uluslararası kamuoyunu harekete geçirecek bir strateji izlenmelidir.