Che Guevara’nın mücadelesi, bir iktidar arayışının ötesinde, insanın ahlaki ve toplumsal dönüşümünü hedefleyen bütüncül bir yaşam felsefesiydi. Onu anlamak, yalnızca bir devrimi değil, bir vicdanın inşasını da anlamaktır.

Che Guevara’nın adı, bugün çoğu zaman bir ikonun, bir romantizmin ya da bir nostaljinin içine hapsediliyor. Oysa Che’yi anlamak, sadece bir devrimcinin hikâyesini değil, insanın yabancılaşma karşısındaki direnişini de anlamaktır. Çünkü Che’nin devrim anlayışı, politik bir stratejiden ziyade, bir varoluş biçimidir:

Devrim, yaşanarak anlam kazanan bir süreçtir.

Guevara’nın entelektüel kökleri, yalnızca Marksist ekonomi politiğe değil, aynı zamanda insanın etik ve ontolojik dönüşümüne de dayanır. Onun devrim tasavvurunda Marx’ın “insanın kendine yabancılaşması” kavramı merkezî bir yer tutar. Kapitalist düzenin en büyük kötülüğü, sadece sömürü değildir; insanın emeğiyle, doğayla ve diğer insanlarla kurduğu insani bağları koparmasıdır aynı zamanda . Che, bu kopuşu tersine çevirmek için yaşadı.

Bu yüzden onun devrim anlayışı, iktidarın ele geçirilmesinden ibaret değildir.

Devrim, Che’ye göre, bir toplumun kendi vicdanını yeniden inşa etmesidir.

“Yeni insan” fikri, tam da bu noktada belirir.

Yeni insan, kapitalist bireyciliğin karşısında, dayanışmayı, ortak iyiliği ve ahlaki tutarlılığı merkeze alan bir varoluş biçimidir.

Che’nin gözünde devrim, bu “yeni insan”ın doğuşuyla mümkündür; aksi hâlde iktidar değişse bile sistem değişmeyecektir.

Bugün Türkiye’ye baktığımızda, Che’nin bu fikri neredeyse trajik bir güncelliğe sahiptir. Neoliberal politikalarla biçimlendirilmiş ekonomik düzen, bireyi hem ekonomik hem de ruhsal anlamda yalnızlaştırmıştır.

Yoksulluğun kalıtsallaştığı, emeğin değersizleştiği ve siyasetin giderek piyasa diline mahkûm edildiği bir ülkede Che’nin “insanı yeniden merkezine alan bir devrim” çağrısı, artık tarihsel değil, güncel bir ihtiyaç olarak çıkar karşımıza.

Türkiye’de sermaye birikimi ve rant ekonomisi üzerinden şekillenen yeni rejim, tıpkı Che’nin eleştirdiği emperyalist sistem gibi, toplumu kendi çıkarları etrafında yeniden kuruyor. İşçinin emeği, köylünün toprağı, öğrencinin umudu, kadının emeği aynı sistem tarafından değersizleştiriliyor.

Guevara’nın “yeni-sömürgecilik” tanımı, bugün ulusal sınırlar içinde yaşanan bu yapısal bağımlılığı da kapsar hale gelmiştir.

Zira bağımlılık artık yalnızca dışa değil, içerideki sermaye ilişkilerine ve iktidar ağlarına karşı da bir mücadele halini alır.

Che’nin enternasyonalizmi, bu bağlamda yeniden okunmalıdır. O, dayanışmayı yalnızca halklar arasında değil, insanlık düzleminde de bir etik zorunluluk olarak tanımlar. “Bir, iki, üç… daha fazla Vietnam!” çağrısı, bu yüzden bir savaş stratejisi değil, sömürüye karşı küresel bir vicdanın çağrısıdır.

Bugün Türkiye’de işçi direnişlerinden kadın mücadelesine, ekolojik hareketlerden öğrencilerin hak taleplerine kadar yükselen her ses, bu çağrının bir yankısıdır. Çünkü devrim, Che’nin anlayışında, artık coğrafi değil, insani bir meseledir.

Che Guevara’yı yaşatmak, bir yüzü postere basmakla değil, onun devrimci ahlakını gündelik yaşama taşımakla mümkündür.

Bu ahlak, sonuçtan çok sürece, slogandan çok emeğe, iktidardan çok insana inanan bir ahlaktır.

Che’nin ölmeden önce söylediği şu cümle, aslında bütün devrimci düşüncenin etik özünü özetler:

“Gerçek bir devrimci, büyük bir sevgi duygusuyla hareket eder.”

Bu sevgi, bireysel bir duygulanım değil; insanın insana, doğaya ve özgürlüğe duyduğu kolektif bağlılıktır.

O sevgi, kapitalizmin soğuk hesaplarını, siyasetin çıkarcılığını ve toplumun duyarsızlığını aşan bir yaşam biçimidir.

Che Guevara’nın mirası, geçmişin bir hatırası değil; bugünün ve yarının yol haritasıdır.

Devrim, bir tarihsel olay değil, yaşanması gereken bir süreçtir.

Ve belki de bugün, insanın yeniden insan olabilmesi için devrimi bir kez daha yaşamak, Che’nin dediği gibi, “her gün yeniden başlamak” gerekiyor.