Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) bugün yılın ikinci çeyreğine ilişkin büyüme rakamlarını açıkladı. Resmi verilere göre ekonomi yüzde 4,8 oranında büyüdü.
Kâğıt üzerinde bakıldığında bu, gayet olumlu bir tablo gibi görünüyor. Zira büyüme, ekonominin canlı olduğunu, üretimin arttığını, ülkenin refah seviyesinin yükseldiğini işaret eden bir kavram. Ancak mesele şu ki sokaktaki yurttaş bu büyümeyi hissetmiyor (ya da hissedemiyor).
Çünkü resmi büyüme rakamları tek başına, toplumun gerçek yaşam koşullarını açıklamıyor. Bir ekonominin büyümesi demek, o büyümenin toplumun tüm kesimlerine eşit biçimde yansıdığı anlamına gelmiyor. Tam tersine, çoğu zaman bu büyüme belli sermaye gruplarının kasalarını doldururken, geniş halk kesimleri aynı dönemde geçim derdini daha ağır hissetmeye devam ediyor.
Bugün pazara, markete, kiralık ev ilanlarına bakan herhangi biri için tablo çok farklı. Gıda fiyatları, ulaşım giderleri, kiralar ve eğitim masrafları hane bütçelerini zorlarken, yurttaşın “büyüme” rakamlarından alacağı pay neredeyse yok gibi. Yani kâğıt üzerindeki büyüme, mutfaktaki küçülmeyle çelişiyor.
TÜİK’in açıkladığı büyüme oranları, yurttaşın cebindeki alım gücüyle ölçülmüyor. Büyümenin bir başka yüzü, “gelir dağılımı” meselesiyle doğrudan bağlantılı. Eğer gelir adil bir şekilde paylaşılmıyorsa, büyüme yalnızca bir kesimin refahını artırırken toplumun geri kalanına yoksullaşma olarak geri dönebiliyor. Bugün yaşadığımız tablo tam da bu: Resmi rakamlarda yükselen ekonomi, gerçekte halkın yaşam standartlarını yükseltmiyor.
Öyleyse büyüme verilerini tek başına değerlendirmek yanıltıcı tutum olacaktır. Esas mesele, o büyümenin nasıl dağıldığı, kimin cebine girdiği ve kimin sofrasına yansıdığıdır. Yurttaşın hissetmediği bir büyüme, toplumsal huzuru pekiştirmiyor; bilakis gelir uçurumunu derinleştiriyor.
Kısacası Türkiye büyüyor olabilir(resmi verilere göre), ama bu büyüme yurttaşın hayatına yansımıyor. Belki de bu yüzden sokaktaki insan TÜİK’in açıkladığı rakamlara baktığında, “Benim cebime ne girdi?” diye sormadan edemiyor.