“Nasıl gidecekler” sorusu özellikle 2019 yerel seçimlerinden bu yana gündemin bir parçası durumunda. Kuşkusuz, MHP ortaklığındaki AKP iktidarından söz ediyoruz.

Bu soru üzerinde düşünürken hem doğal hem de yöntem açısından haklı olarak önce “normal olana” bakılır. Ülkede uzun yıllardır işleyen seçim diye bir mekanizma vardır, yasalar vardır, yıllara dayanan bir deneyim vardır, kurallar vardır, vb. Dolayısıyla, olacaksa, “gidiş” de bunlar çerçevesinde gerçekleşecektir…

Sorunun yanıtını düşünenler arasında belirli bir sosyalist formasyona sahip olanları da buluruz. Onlar da yukarıdakilerin biraz daha üstüne yerleştirilmek üzere güncel uluslararası dengelere, ülkedeki sınıfsal ilişkilere, sermaye sınıfının tercihlerine, muhalefetin potansiyeline, vb. bakarak değerlendirmelerini öyle yaparlar.

Bir başlangıç olarak yanlış ya da eksik yanı yoktur.

Hepsi iyi güzel de ya belirli kişilerin, önde gelen siyasal figürlerin “öznel” niyet ve hırsları, kafalarına koydukları “projeler” ve bunlarla mevcut koşulları zorlamaları? Siyasal değerlendirmelerde bu yöndeki girişimlerin yazgısını, sonuçta “nesnel koşullar” karşısında çaresiz kalmaktan ve bu koşullara boyun eğmekten ibaret mi saymak gerekir?      

***

“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar; ancak bunu kafalarına estiği gibi, kendi seçtikleri koşullarda değil, halen mevcut olan, verili ve geçmişten o güne aktarılan koşullarda yaparlar.”

Marx’ın bu değerlendirmeyi Fransa’da Louis Bonaparte (III. Napolyon) adlı bir siyasal figürün mutlak iktidar serüveniyle ilgili bir çalışmasında yaptığını hatırlayalım. Hemen ardından bu Bonaparte’ın  bize bugün ilginç gelebilecek kimi özelliklerine de bakalım:

Yeniden Cumhurbaşkanı seçilmesinin imkansız olduğunu gördüğünde 1851 yılında bir darbe yapmıştır;  en başta Paris olmak üzere Fransa’da önemli “imar hamleleri” gerçekleştirmiştir; Fransa’yı “park ve bahçe” bolluğuna kavuşturan kişi odur; ülkedeki ulaşım ağını büyütmüştür; iktidarının son demlerinde Prusya karşısında uğradığı yenilgi dışında dış politikada hep “büyük güç” olmaya oynamış, ülkesini İngilizlerle birlikte Rusya’ya karşı Kırım Savaşı’na sokmuştur…

“Kanal yok mu, kanal?” diye sorarsanız o da vardır: Süveyş Kanalı onun iktidarı sırasında açılmıştır…

***

Marx’ın değerlendirmesine dönersek Louis Bonaparte da “kendi tarihini” kendi seçtiği koşullarda değil, verili ve geçmişten intikal eden koşullarda yapmıştır. Ne var ki bunun doğruluğu,  1848 sonrası Fransa’da Louis Bonaparte “rejiminin” bir kaçınılmazlık ya da zorunluluk olduğu, dolayısıyla tarihselliğin ve sınıfsallığın zaten dayattıkları dışında bu rejime kendine özgü bir yer biçilemeyeceği anlamına gelmez.

O halde şu sonuca varmakta sakınca görmüyoruz: Günümüz dünya ve ülke koşulları bizde ne “yumuşak iktidar değişikliğini” ne de güncellenmiş bir Bonapartizm’i dayatmaktadır; kendini bu yönde dayatan bir nesnellik yoktur, ama “öznel planda” bir tür Bonapartizm’in  en azından “akıllardan geçtiği” kesindir.

***

Rejimin en önde gelen figürlerinin son dönemde söylediklerine bakıp istikametin bir tür Bonapartizm olduğu söylenebilir. Örneğin Erdoğan “İstikametini kaybetmiş, avara kasnak gibi dolaşanlara bu memleketi teslim edemeyiz” demiştir. Bahçeli’nin muhalefet hakkında söylediklerine hiç bakmıyoruz bile…

Ancak bize göre bu tür çıkışlar ve söylemler de istikametin tek yönlü olduğuna kesin kanıt sayılmamalıdır. Şu “Bonapartizm” denilen model akıllardan geçse bile atılacak adımların hesaplandığı tutarlı bir “eylem planına” dönüşmüş değildir. Önemli saydığımız bir ek daha yapacağız: Belirli bir istikametin tercihi açısından, o yöndeki açık beyanlar dışında ilgisiz görünen kimi tutum ve davranışlar da önem taşıyabilir.

Örneğin, Erdoğan’ın çok yakınlarda Taliban hakkında söyledikleri ve Kıbrıs’a verdiği külliye ve bahçe “müjdesi” aşırı benmerkezci bir siyasal psikolojinin tezahürleri sayılmalıdır. İnsanın, “Neticede onlar da Müslüman biz de Müslümanız” deyip bununla yetirmek  dururken “Onların inancında bize ters bir yan yok” diyebilmesi, Kıbrıs’a külliye ve bahçeyi gerçekten “müjde” sayabilmesi  pek normal şeyler sayılamaz. Burada başkaları ne derse, nasıl düşünürse düşünsün dediğinin dedik çaldığının düdük olduğuna kendini inandırmış bir siyasal lider buluyoruz.

Sonuçta, Türkiye’nin yakın geleceğine seçimler öncesi ve sonrası olmak üzere iki kesitte bakacak olursak, kesinleşmiş ve bir eylem planına dökülmüş saymamak kaydıyla mevcut koşulların dayatmadığı, ama önünü de kesmediği bir ucun yoklanacağını ve zaman zaman da zorlanacağını söyleyebiliriz.

Bir ekle birlikte: Muhalefetin olası caydırıcı etkisi, önem verilen dış ülkelerin mesafeli tutumu, içerdeki sermaye çevrelerinin örtük “uyarıları” gibi etkenler bir yana bırakılırsa, rejimin kendi içinde bu tür yoklama ve zorlamalara fren koyacak “think-tank” benzeri herhangi bir odak da kalmamıştır.

***

Ya Erdoğan’ın konuşmakta zorlandığı, iç çektiği ve uyukladığı son video görüntüsü ve bunun Saray tarafından aynen servis edilmesi?

Bu da başka ihtimalleri akla getiriyor; ama şimdilik kalsın…