Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Erkan Baş 19 Nisan günü TV’de Candaş Tolga Işık’ın bir sorusunu yanıtlarken şöyle dedi: “Halk bizi kendisini Meclis’te temsil eden kişiler olmanın ötesinde kendinden biri gibi görmeye başladı…”

Basit gibi görünen bu değerlendirme temsili/parlamenter demokrasi açısından üzerinde durulması gereken bir derinliğe işaret ediyor.

Çerçevenin temsili/parlamenter demokrasi olduğunu yeniden hatırlatarak açmaya çalışacağız.

***

Burjuva demokrasilerinde insanlar adaylara kendilerini temsil etsin, çıkarlarını savunsun, sorunlarını dile getirsin diye oy verip onları Meclis’e yollar. Kimi durumlarda seçilenler yerel ölçekte halk tarafından bilinen, tanınan kişilerdir; “onlardan biri” sayılır. Başka durumlarda ise oy verilen adayların güçlü, bilgili, dirayetli, lafı sözü dinlenir kişiler olduklarına inanılır.    

Bu demokrasilerde “halktan biri” olmanın ya da öyle sayılmanın özel bir yeri vardır. Çok partili düzene geçildikten sonra insanlar örneğin İsmet İnönü’ye oy vermiş olsalar bile bunu İnönü’yü “kendilerinden biri” olarak gördüklerinden değil dirayetli bir “devlet adamı” saydıklarından yapmıştır. CHP’nin bu “makus talihini” yenebilen kişi ise Bülent Ecevit olmuştur. Halk, 1970’lerde “halkçı Ecevit” demiş, “Karaoğlan” demiş, kendinden biri saymıştır.  

Bir de (o zamanlar) Ecevit’in samimiyetine inanmıştır.

Gene temsili/parlamenter demokrasi bağlamında sosyalist siyasete bakarsak örüntünün pek bozulmadığı bir durum görüyoruz. 1965-1969 döneminde TİP’e oy verenler ve sempati duyanlar örneğin M. Ali Aybar ve Behice Boran’ı ciddi, güvenilir, “doğruları konuşan” siyasetçiler saysalar bile “kendilerinden biri” olarak gördüklerini söyleyemeyiz. Buna karşın halk “onlardan biri” olması pek mümkün görünmeyen Çetin Altan’ı konuşmaları ve özellikle yazdıklarıyla bağrına basmış, “kendilerinden biri” saymıştır.

“Örüntü” dedik; silsile şöyle: Doğruları konuşmak, samimi olmak ve “halktan biri” sayılmak…

Ne var ki silsilenin bu üç halkasına bakıldığında birincisinden diğerlerine doğrudan geçiş olduğunu, yani ilkinin diğer ikisini de otomatikman beraberinde getireceğini söyleyemiyoruz.

Başta sözünü ettiğimiz “derinlik” de burada devreye giriyor.

***

“Buraya kadar meramını anladık, işi neden karıştırıyorsun” tepkisini göze alarak pek bilinmeyen iki kavrama başvuracağız: ‘Spin doctor’ ve ‘parrhesia.’

‘Spin doctor’ nispeten yeni bir kavramdır. İletişim teknolojisi ve araçlarındaki çarpıcı gelişmeler temsili demokrasilerin kriziyle birleştiğinde özel bir “uzmanlık alanı” ortaya çıkmıştır. ‘Spin doctor’ adı verilen bu uzmanlık alanındakilerin görevi, olayları, durumları ve gelişmeleri belirli bir siyasal gücün lehine ve diğerlerinin aleyhine olacak şekilde maniple etmek, çarpıtmak, sentezlemek ve halka öyle sunmaktır (*). Yerleşik burjuva demokrasilerinde, özellikle ABD’de, bu işin özel uzmanları vardır ve bunlar öyle eften püften kişiler de değildir.

‘Spin doktorluk’ işinin Türkiye’de de ziyadesiyle yapıldığı çok açık. Ancak bizdekiler batıdaki gibi belirli bir entelektüel formasyonu olan kişiler değil; bu işi doğrudan iktidar siyasetçileri ile onların medyadaki ham uzantıları yapıyor. En formasyonlu olanı Mehmet Barlas ise gerisini siz düşünün…

O zaman bir tarafa not edelim: Temsili demokrasilerin krizi ve kitle iletişiminin ulaştığı boyutlar, yalanı, tahrifatı, olayların aldatıcı ve yanlış yönlendirici kimi sentezlerde birbirine eklenmesini başlı başına bir siyaset tarzı haline getiriyor.

İkinci kavram, ‘parrhesia’ ise eski Yunan’a kadar gerilere gidiyor. En kısa tanımıyla, siyasette yaygın düşünce ve inançlara karşı, her tür riski göze alarak doğruları konuşmak, gerçekleri söylemek anlamına geliyor.    

Bu durumda mesele, parrhesia’nın ‘spin doctor’ karşısında verdiği mücadelede düğümleniyor.

***

Artık toparlayabiliriz.

Günümüz temsili/parlamenter demokrasilerinde, bu arada özellikle Türkiye’de düzen siyasetinin yaşadığı tıkanmalar spin doktorluğunu başlı başına özel bir meşgale haline getirip sonuçta bir siyaset-halk yabancılaşmasına yol verirken, parrhesia alanının önü eskisine göre daha fazla açılmaktadır.

Başka türlü söylersek, parrhesia giderek daha fazla önem kazanırken doğruları söylemenin ötesinde samimiyet ile “halktan biri” olarak görülmek arasındaki mesafe de kısalmaktadır. Öyle ki halk adına doğruları söyleyip gerçekleri konuşanların geçmişleri, aldıkları eğitim, görünüşleri, kılık kıyafetleri ya da meclis lokantasında tas kebabını kaç liraya yedikleri geri planlara düşmekte, kendilerine kulak verenler başka her şeyden önce samimiyet ögesine bakmaktadır.

Temsili/parlamenter demokrasi ortamlarında sosyalistler dışında doğruları söyleyen başkaları da elbette vardır. Ancak, böyle olsa bile halkın gözünde “parti çıkarı” ya da “siyasi hesap” çağrışımları söylenen doğruları, bu arada samimiyet öğesini önemli ölçüde gölgeleyebilmektedir.

Sonuç: Mesafeler kısalmıştır; doğruları parti çıkarı ve siyasi hesap izafesinden uzak bir samimiyetle dile getirenlerin önü açılmıştır; bunu yapanların hepsi olmasa bile (üslup, tarz, vb. ile birlikte) bir kısmı “halktan kişiler” olarak öne çıkacaktır.

Ve nihayet bizim gibilerin önüne de bu tür yazılarla “popülizmin teorik kılıfını hazırlama” fırsatı çıkmış olacaktır!   

________________________________________________________________________

(*) Bu konuya ilişkin akademik bir makale için bakınız, Ebru Özgen ve Nurdan Bayraktar, “Spin doctor” kavramının tehdidi altında halkla ilişkiler”, Marmara İletişim Dergisi sayı 21, 2014 (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/206438).