Bizim gibi “Emin Oktay tarihi” okuyanlar, iyi bilirler ki, gayri resmi tarihin sorunları bir yana, resmi tarih hiçbir zaman doğru(yu) yazmaz, yazanların subjektif bakışının ürünüdür; ya hamasettir ya da külliyen başarılardan ibaret, ulus devlet destanıdır hepsi. Tam da bu nedenle, sözlü tarih çalışmaları sadece geçmişin bilgisi açısından değil, muhasebe yapmak ve bugünün işaretlerini okuyup geleceğe yönelmek açısından çok önemlidir, çok şey gösterir ve eleştiri/özeleştiri gerektirir. (Tabii, kendilerini muhatap kabul edip üzerlerine alanlar olursa!) Esastan ve usulden eleştirilenlerin ve/veya özeleştiri yapması gerekenlerin de “Emin Oktay tarihi” okumalarına sığınıp kulaklarının üzerine yatmaları kabul edilemez. 

“Kurtuluş Kendini Anlatıyor” sözlü tarih çalışması, bilebildiğim kadarıyla tamamlanıyor; geride bir “Kadınlar” çalışması var, bu yıl içinde yayımlanması beklenen, o kadar. Hal böyle olunca, sıra yeniden baştakilere geliyor sorunlar ve yanıtlamaları gereken sorular nedeniyle. Çağrı niteliğindeki bu görev, sadece Kurtuluşçulara değil, siyaseten önderlik yaparak bir dönem kitleleri peşinden sürükleyen örgütlülükleri yaratan ve yöneten herkes için geçerlidir…

Bir zorunluluktur aslında…

Bir önemli noktaya parmak basmak istiyorum: Elliyi aşkın, kendini devrimci ve sosyalist olarak tanımlayan siyasi fraksiyon ve/veya örgütlenmenin tümümün bir “sözlü tarih çalışması” yaparak yakın dönem tarihini öğrenmemizi sağlamaları, sadece gereklilik değil zorunluluktur da…

Kendini lağvettiğini ilan eden liderlere sahip bir yapılanma olmasına karşın Kurtuluş’un, tarihsel ve siyasal bir duyarlılık gösterip, tüm eleştirileri göğüsleyerek, hatalarını vurgulayarak yaşananları-yaşanamayanları, örgütlenmeleri-örgütlenememeleri, ileriyi görmeyi-görememeyi kamusal alana açması gerçekten değerli. Kurtuluş Kendini Anlatıyor dizisinin sekizinci kitabı olan “Terk Etmedi Sevdan Beni”, fabrikalarda, mahallelerde, sendikalarda, mesleki ve demokratik kitle örgütlerinde mücadele verenlerden Gülali Yurdakul, Hasan Akın, Hilmi Köksal Alişanoğlu, Hüseyin Taka, İsmet Yalçınkaya, Osman Bozkurt, Şükrü Apaydın ve Ümit Arıkan’ın tanıklıklarını içeriyor. Ağırlıklı olarak da antifaşist değil siyasal mücadele anlatılarını içeriyor.

“Küçük burjuva” temsilcileri!

Okullarda ve mahallelerde giderek daha da sertleşen ve hemen her gün birçok devrimcinin, demokratın, ilericinin ve halktan insanların öldürüldüğü, faili meçhule gittiği faşist saldırılar karşısında halkın da katkısıyla antifaşist mücadele sürdürülürken; güç birliği yapılması zorunluluğu, bırakın merkezi iradeleri, yerel birimlerin bile arzusuyken hayat başka türlü yaşandı. Tabii ki, o yılların siyasal kavrayışının ürünü olan “yukarıdan” gelen, “dikey emir” ve/veya “direktifler” doğrultusunda, birbirlerini “küçük burjuva” temsilcisi olmakla niteleyen gruplar dönemin negatif gerçekleriydi… Belki de 12 Eylül 1980 sonrası yenilginin temel sorumlusu “yukarıdakiler”di? Stalin’den sıkça alıntılanan, “Önderlik önceden görmektir”se gereğinin yapılamamasının sorumluları olmalı. 12 Eylül arifesinde Kurtuluş Sosyalist Dergi’de yayımlanan “freni boşalmış kamyon gibi yokuş aşağı gidiyor” saptaması doğrultusunda bir şeyler yapılması gerekmiyor muydu? Neden olmadı, olamadı? Örgütlenmenin, kitaplarda ve/veya teoride olduğu gibi gerçekleş(e)memesinin bir nedeni olmalı!

Yengi de vardır yenilgi de…

Her mücadelede yengi de vardır yenilgi de ama yenilginin asil bir davranışla kabulü de saygı değerdir”. 1 Mayıs 1979 yasaklandığında, “rakip” siyasetlere “siyasal gövde gösterisi, güç” göstermek için mi küçük gruplarla sokağa çıkıldı? Kimse görmeden, slogan bile haykıramadan polis gözaltına aldı o gözü kara yiğit insanları? Bu gerçekliğin açıklanması gerekiyor. Kitapta yer alan bir arkadaşın, “Ortada devasa bir DİSK örgütlülüğü, işçi sınıfı örgütlenmesi var ama hiçbir sendika kıpırdamıyor. Biz kendimize yasadışı örgüt diyor, yasadışı bir örgütlülük hayata geçirmeye çalışıyoruz, işçi sınıfının uluslararası bayramı, uluslararası direnme gününde, işçi sınıfı kolunu kıpırdatmazken işçi olmayan bir grupla gidip eylem yapmak aklımıza çok uygun gelmedi. ‘Bir sürü insanın gereksiz yere fişlenmesine sebep olacak’ diyerek biz bu eyleme şiddetle itiraz ettik” sözünden çıkarılacak dersler var. Öncelikle, şu bilgileri aktarmak gerekiyor: Kurtuluş, 1979’da sokağa çıkma yasağı uygulanan İstanbul’da birkaç merkezde, 1980’de de Boğaziçi Köprüsü’nde eylem kararı almıştı. 1979’da TİP (Türkiye İşçi Partisi) lideri Behice Boran da partilileriyle sokağa çıkmıştı. Önce DİSK ve DİSK yöneticilerinin hemen ardından da Kurtuluş önderlerinin geriye bakıp bu karar üzerine bir şeyler söylemesi gerekmiyor mu? Elbette eleştiri okunu sadece onlara yöneltmek gerekmiyor; o gün yapılan itiraz ve eleştirileri kulak ardı eden diğer kitlesel örgütlülüklerin sorumluları da bundan payını almalı…

Güç ispatı mıydı acaba?

Değişik birimlerden seçilmiş militanların çeşitli eziyetlerle gözaltına alınmasına rağmen eylemin amacına ulaşmadığı, sadece gruplar arasındaki konuşmalarda “güç ispat etmek”ten öteye gitmediği apaçık. Aynı arkadaş, “Bu eylemin sağduyulu, politik olarak isabetli bir eylem ve yaklaşım olduğunu hiç düşünmedim, hâlâ da düşünmüyorum” diyorsa, aradan kırk küsur yıl geçse de üzerinde kara kara düşünülmesi gerekmiyor mu?

Son söz, yine liderlere düşüyor, ama hamaset yapmadan, gerçek bir değerlendirmeyle…

Emek alışverişi, paylaşma duygusu…

Sözlü tarih çalışmalarının en temel özelliği, geçmişte siyasi özne olanlar bir yana, yeni kuşaktan okurun kendi yolunu çizmesine fırsat vermesidir. Bir anlatıcı, “O dönemde müthiş bir sahiplenme, sevgi saygı vardı. O günün yoldaşlık ilişkisini hâlâ ararım” derken, tutsaklığı döneminde ve sonrasında, mücadele için terk ettiği, yüz üstü bıraktığı ailesinin dışında kimsenin olmadığından yakınan bir diğeri, “Bizim kurduğumuz ilişkilerdeki emek alışverişi, bağlanma ve paylaşma duygusu, ailelerle yaşadığımızın çok üstüne çıkamamış, hatta ona yaklaşamamış bile” diyorsa düşünmeli. Her iki anlatıcının da asıl amacının, dönemin bilgisini aktarmak ve okurdan da öte, gelecekteki mücadele edeceklere yardımcı olmak ve yol göstermek olduğunu bilmek gerekiyor. 

“5 K Harekâtı”

12 Eylül Askeri Diktatörlüğüyle, mücadeleyi örgütleyecek kadrolar ve kitleler gözaltına alındı, büyük bir kısmı da kaçak duruma düştü. Cuntacıların deyişiyle, Komünistler, Kızılbaşlar, Kürtler, Kurancılar, Kurtlar, “güvence altına alındı”ysa da asıl darbe, tarihte tekerrür ettiği gibi komünistlerle Kürtlere vuruldu. Bunca yıla karşın, Kürtlerin kendilerini ifade edecek yapılanmaları olsa da, her iki toplumsal-siyasal dinamik, toplumun tüm kesimlerini kapsayan bir örgütlenme oluşturamadı, arayışlar sürse de... 

Bir arkadaşın bugünden bakarak kuşkusuz, aktardıklarından bir hususu daha belirtmeliyim… “Kurtuluş hareketinde, 1977’den beri Merkez Komite seçilmedi, hiçbir komite seçilmedi. Örgüt içinde hiçbir demokratik mekanizma işlemedi” derken, kendisini doğal olarak hareketin başında görenlerden çok daha yetkin ve teorik olarak gelişkin arkadaşların önünün tıkandığını ifade ediyor. Kurtuluş’un örgüt haline gelemediğini açık bir dille söylüyor. Daha ne desinler! Bizler daha ne kadar bekleyelim? Yineliyorum, bütün sol siyasetler için geçerli bu.

Ufuk çizgisi belli artık

12 Eylül, bir bakıma akla karanın ayrıştığı bir süreç olarak yaşandı. Yanlış anlamalara fırsat vermeksizin yazmam gerekir: Siyasi yapılanmaların, kendisini yasadışı örgüt olarak görenlerin, devrim mücadelesi verdiklerini hatta devrimi sadece kendilerinin yapacağını ilan edenlerin teoride dillendirdiklerini fiili olarak hayata geçirememeleri işin püf noktasıdır. ’71 sürecinden gelen ve ancak o kadar deneyimli kadrolardan oluşan “Doğal önder” konumundakiler, yeni kadrolar yetiştiremedikleri gibi böyle bir çaba içerisinde de olmayıp “kalanlarla” idare ettiler. Çok sonraları oluşturulan ÖDP’de (Özgürlük ve Dayanışma Partisi) bile hareketin “az ama öz” ilişkiler üzerinden yürüdüğü biliniyor. 

Bu gün değişik yanlarıyla tartışılan, hatta yer yer terk edilen, “Demokratik merkeziyetçilik” denilen yaklaşım, o yıllarda örgütlenmelerdeki işleyişin en ideal biçimi olarak mutlak bir ilke olarak kabul görüyordu. “Doğal liderler”in, belki koşulların da etkisiyle hareketleri yukarıdan aşağıya yönlendirdikleri koşullar değişti. Dogmatik yapıları terk eden örgütler içinde, farklı düşüncelerin dile getirilmesi artık mümkün ve “otokratik yönetim” anlayışı özellikle kadınlar ve gençler tarafından kabul görmüyor... 

Kendisini değiştiremeyen toplumu dönüştürebilir mi?

Toplumun yapısı biliniyor, ne kadar muhafazakâr ve milliyetçi olduğu da… Devasa şehirleşmeye karşın okuma-yazma oranının düşük oluşu bir yana, toplumun bütününde ve hatta muhalifler arasında da kitap okumak makbul sayılmıyor. Kitapta, özellikle küçük atölyelerde çalışan, sadece ailesinin geçimini sağlamakla yükümlü olduğunu düşünen işçilerin sosyalizme kazanılmasının ne denli güç olduğu bir kez daha vurgulanıyor. Çünkü, sosyalistler taraf olarak mücadele ederken devlet, devlet yanlısı güçler ve sendika ağalarıyla da mücadele etmek zorunda... Ayrıntılar bir yana, kitabı okudukça sizler de merak edecek ve yaşananlar üzerinde düşüneceksiniz.

12 Eylül sonrasının acı ve yüzleşilmeyen gerçeklerinden biri de, Kurtuluşçular dahil tüm siyasi hareketlerden militanların intiharlarıdır. Bu vahim durumu dile getirenler varsa da yeterli olmadığını düşünüyorum. Devrimci, demokrat, ilerici herkesin “doğal önder” kabul ettiğimiz hemen her grubun liderinden “intiharlar”ın nedenleri ve sonuçları üzerine açıklama yapmalarını bekliyoruz. Yapılırsa bu, önemli ve değerli bir eleştiri/özeleştiridir. 

Ret ve inkâr

Sözlü tarih çalışmaları, her grubun farklı gerekçesi var muhakkak, umduğum kadar gelişmedi, gelişemedi. Kurtuluşçuların büyük bir özgüvenle başlattığı bu kıymetli çalışmayı, diğer siyasi kolektifler de yapmalıydı. “Otokratik” liderlikler, dikey siyasetin doğası gereği, iktidarlarının sarsılmaması için eleştirilmeye izin vermiyor. Hal böyle olunca da; yaşananların kulaktan dolma bilgi olarak kalması veya her siyasetin “resmi tarihi”nden öğrenilmesi kabul görüyor. 

Sonuç olarak; 1971 yenilgisinden bu yana, özellikle Kurtuluş’un önemsediği “ret ve inkâr” kavramlarının içerdikleri hayata geçirilemediği sürece birçok şey yanlış bilinecek, eksik kalacak, birçok konu, ileride yeniden deneyimlenecek. Sorulacak soru şu: Amerika’yı daha kaç kez keşfedeceğiz?

Terk Etmedi Sevdan Beni, Kurtuluş Kendini Anlatıyor 8
Sözlü Tarih Çalışması
Dipnot Yayınları, Şubat 2022, 364 s.