Hayata farklı bakış
“Bir gün gelir dünya durur. Yağmur yağmaz, rüzgâr esmez. Dörtnala koşan atlar koşamaz, uçan kuşlar uçamaz olur. Söz biter, canın yanar, su söndüremez hiçbir şeyi. Milyonlarca yıldır olan olur, topraktan gelen toprağa gider, ateş düştüğü yeri yakar.”
Herkesin yaşadıklarının sadece kendince değil, herkesçe bir anlamı vardır muhakkak, düşüncesiyle herkesin anılarını yazmasını istiyorum, öneriyorum. Dikkatli okur, biyografi kitaplarını okuduğumu da fark etmiştir muhakkak. Günlük birer cümle bile olsa, günün anlam ve önemine de bağlı olarak düş(ünce), duygu, öneri vardır o biyografilerde; araştırmacılar, sosyologlar, psikologlar, akademisyenler, sanatçılar onlardan çok şey çıkarabilir ve bir dönemin yaşam panoramasını çizebilir.
Biyografiler, hep “ben” diliyle yazılıyor nedense. Oysa farklı bir anlatım da denenebilir. İşte onlardan ikisi: “Bulancaklı Keko” ve “Bende Kalmasın”. Deneyimli, ödüllü yazar Gülten Dayıoğlu, “Bende Kalmasın”ı, o dünyanın birçok dilinde yayımlanan çoksatan kitabı “Fadiş” üzerinden kaleme almış. Fadiş’in, otobiyografik bir çocuk kitabı olduğunu biliyoruz; zaten okumayan var mı, aranızda? Dayıoğlu, dünyanın bir diğer ucundaki adını bile duymadığımız bir yerinde kendisini Fadiş’i yazdığı için kutlayanlar olduğunu yazıyor “Bende Kalmasın”da.
“Biz ulusça okuma alışkanlığını kazanmadan kesinlikle aydınlanamayacağız. Olduğumuz yerde sayarsak da kitap okuyarak aydınlanan kesimler, yerinde sayan toplumumuzu ezip geçeceklerdir. Okuma alışkanlığı edinmenin en sağlam yolu kütüphanelerdir. Bu kurumlar yaygınlaşıp güçlenirse insanımız ister istemez kitaba ve okumaya ilgi duymaya başlayacaktır”, Dayıoğlu’nun haklı olarak öne sürdüğü bu öneri, belki de bütün iktidarlarca kulak ardı ediliyor, okunmaması özellikle çaba harcanıyor. Sebahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı Bülent Arı, “Ülkeyi ayakta tutacak olanlar okumamış, halktır. Cahil halkın ferasetine güveniyorum. Olayları en rahat okuyanlar ilkokul mezunları. Çünkü zihinleri berrak. Okuma oranı arttıkça beni hafakanlar basıyor” demişti, hatırlarsınız. Bu çerçeveden bakınca, her kentte “gecekondu” üniversiteler açıldı. Eğitim okullar, kütüphanelerle değil tutucu bir çevreden gelen, aslında inatçı da bir Bakan nedeniyle yerlerde sürünmeye başladı.
Öte yandan Gülten Dayıoğlu, idealist bir yazar olarak nasıl içten ve mücadeleci olduğunu, yurtiçi ve dışında özellikle çocukların eğitiminin ne denli önemli olduğunu vurguluyor.
Devrimcilerden çeken devrimci!
Orhan Türüdü, kardeşi Recai Türüdü’yü, şairane bir dille, duygu yüklü bir düş ile başlayarak anlatıyor. Tabii, yine “ben” dili yok bu biyografide de… Bir biyografi, tüm bir yaşam öyküsünü içerir genel olarak, ama ben, sadece bir bölümünü ele alacağım; hem önemli olduğu hem de merak edip de kitabın okunması için… “Bir demir parçası kırk yıl suyun içinde kalsa demire ne olur, suya ne olur, bir kurşun parçası kırk yıl toprağın içinde kalsa kurşuna ne olur? Toprak mı değişir, su mu değişir, kurşun mu değişir? Bir kurşun bir ağacın gövdesine saplanıp kalsa ağaç çürür mü, erir mi? Dereye düşse parçalara ayrılır, o dere senin bu dere benim gezer mi? Kuma karışsa ne olur, kayıp mı olur? Kırk devrimci başında kurşun taşıyana, kırk yıl selam vermese, aramasa, sormasa ne olur? Devrimci ne kaybeder devrimciliğinden, insanlığından?” Recai Türüdü’nün kardeşi Orhan Türüdü soruyor, ağabeyinin yerine. Öğrenciyken, öyle sıradan bir okulda değil, o zamanın en önemli okullarından birinde, alabildiğine başarılı olan Recai Türüdü, faşistler tarafından kurşunlanıyor. Yaşadıkları, yaşananlar bir tarafa, kırk yıl, başında taşıyor o kurşunu. Arayan soran olmadığı gibi derdini soran da olmuyor. Orhan Türüdü, yazdığı şiir kitaplarının, romanlarının arkasından, kırk yıl, başında kurşunla –acısı, sancısı, zorlukları, sıkıntılarıyla- yaşayan ağabeyini anlatıyor.
Giresun’un Bulancak ilçesinden, baba öğretmen Hasan Türüdü, anne ev hanımı (sonradan fabrika işçisi) Fatma Türüdü, oğulları Tangut, Recai, Cengiz, Orhan ve Şinasi ile kızları Reyhan… Bir de Turgut var, en küçükleri. Demokrat bir gelenekten gelen ailenin çocukları, devrimci oluyorlar. Hepsi inanılmaz zeki, inanılmaz akıllı, müthiş donanımlı çocuklar. Hani taşı sıksa suyunu çıkarır dediklerinden, okullarını bitiriyorlar, her koşulda her işte çalışıyorlar, kimseyle alıp verecekleri yok. Bir Kenan Evren dışında. O Kenan Evren ki, baba Hasan’ın deyişiyle “Çuf çuf”, bütün çocukları hapse atmış, yaşına başına, işine bakmadan, hiçbir gerekçe bile göstermeden. Her bir çocuk bir başka cezaevinde ve baba onları ziyaret için yollarda… Anne mi, anne çalışıyor, hayatı sırtlamış.
…bir, bir tek o!
Delilikle akıllılık arasında ince bir çizgi varmış, bilirsiniz… Türüdü ailesinin çocukları da o ince çizginin üzerinde, tıpkı sırat köprüsünden geçer gibi yürüyüp geçmiş bunca yıl. Cengiz’in Naim Kandemir’le birlikte yazdıkları Diyaloglar, kanıtıdır, zekâ fışkırıyor her cümlesinde. Orhan’ın yazdıkları da, Şinası’nin sosyal medya paylaşımları da… Pratik ve teorik olarak kendilerini yetiştirmiş, her biri birer kitap kurdu, ama sadece okuyup da geçen değil, yorumlayan, tartışan, aklına yatmayanı da söyleyebilen…
Başında faşist kurşunuyla kırk yıl geçiren Recai, sıkıntılarına karşın notlar almış yaşamına dair. Bir yerde, bir cümle, can evinden vuruyor okuru: “Beni faşistler vurdu. Trabzon cezaevinde devletten ve devrimcilerden çok zulüm gördüm.” Çok okuyan, öğrenmeye aç, bununla birlikte öğrenmek için çaba harcayan bir genç Recai. Okuduklarından çok ders(!) çıkarıyor.
Kardeş Orhan, bir biyografi gibi değil, bir anlatı gibi, bir belgesel gibi, bir roman gibi yazmış Recai’yi. Onun defterlerinden yararlanmış; bir de kardeş tabii, yaşadıkları ortak anılar var, ortak arkadaşlar, arkadaşlıklar var, onlara da sormuş, iyice araştırmış. O denli içten ve yalın kaleme alınmış ki “Bulancaklı Keko” kendinizmişçesine duyumsuyorsunuz anlatılanları. Bu arada, hemen belirtmekte yarar var; Kürtçeden gelme, “ağabey” demek Keko, Recai de, kardeşleri de, çevresi de Keko’yu sevip benimsemiş.
Recai’ye en çok koyan, inandığı devrimciler tarafından dışlanması olmuş. 13 defter dolusu notlarında, dönüp dolaşıp devrimci tavır, devrimci ahlak üzerine yazmış sürekli. Faşist kurşun çıkarılamadığı için kafasından, sorunlarını, sıkıntılarını anlatamadığından “hasta” olarak nitelenmiş; “Devrimciler hasta değildir, faşistler beni vurdu, hasta oldum” demiş ama hapishanede bile tecrit etmeye kalkışmış devrimciler.
Burada kesip, devrimcilerin, son kırk yılda eleştiri, özeleştiri, yapılması gerekenler, yapılacaklar üzerine… ama en çok da yüzleşme, hesaplaşma konusunda bir şeyler demesini bekleyeceğim. Ortan Türüdü’nün bu sıra dışı biyografik anlatısı, anlamamıza yol açacaktır, neyin ne olduğunu, nasıl olduğunu, niye olduğunu. Sonra hepimiz, istisnasız hepimiz başta kendimizden başlayarak ne yapılması gerektiğine bir arada karar vereceğiz.
Acıyı bal, barışı yol eyleyen…
“Bulancaklı Keko” ile “Bende Kalmasın” iki farklı biyografi… Benzerlerine bakarak farklı yazılmış ve yaşamı anlatan iki kitap. Ben bu iki kitabı etkilenerek okurken “barış güvercini” Sırrı Süreyya Önder, yoğun bakımdan kurtulamadı. Filmciydi, senaristti, anlatımcıydı, çalışkan ve mücadeleciydi… en önemlisi de bencil değil elcildi. Onun zorluklar içerisinde, hapislerden işkencelerden geçen yaşamı da hepimizin yolunu aydınlatacak denli önemli ve değerli. Sırrı Süreyya Önder’in -insan tabii ki, filminin yapılmasını ister- hayatını anlatan bir roman/biyografi yazılmalı. Herhalde onun da isteğidir.
Doğanın kucağında da senaryolar yazsın, filmler çeksin.
Bugün, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın da haksız ve hukuksuz idam edilişinin yıldönümü. Ardından 10 yıl sonra bir başka darbe 50 kişiyi yine haksız hukuksuz astı; onları da anmak bize düşen borç.
Devrimin İnce Gülü, Bulancaklı Keko
Orhan Türüdü
Biyografi
Erda Yayınları, Mart 2025, 128 s.
Bende Kalmasın
Gülten Dayıoğlu
Otobiyografi
Yapı Kredi Yayınları, Nisan 2025, 156 s.