İnsan anılarıyla vardır!

Hep Yaşadığımı Hatırlatıyorum Kendime“Anılar doğru, özenli yazılıp yayımlanmışlarsa tarihi bir önem de taşırlar ve geçmiş konusunda kaynak olarak kullanılabilecek çok değerli bilgiler içerirler” diyor Metin Celâl, anıların değerini anlatırken. Doğru söze ne denir! Sonra da ekliyor: “Bir anı kitabı eğer sizin de yaşadığınız bir dönemden, bildiğiniz mekânlardan, aşina kişilerden söz ediyorsa okuma macerası bir başka olur. O kitap sayesinde siz de belleğinizin bir köşesinde gizlenmiş anıları, kişileri, olayları anımsarsınız.”

Belleğim beni yanıltmıyorsa diye başlarız ya konuşmaya, çoğunlukla yanılırız, çünkü ne bir not tutmuşuzdur ne belgelemişizdir… Belleğimiz de, ne zaman ve ne kadar işe yarayacağını bilmediği, belki de çok önemli anları siler; onun da bir kapasitesi var. Anıları okudukça belleğimizin kıvrımlarında kalakalmış bilgiler çıkar gün yüzüne. O zaman da, anlatılanla ya çakışır ya da çatışır. Böyle de bir güzel yanı var anı okumanın işte. Resmi tarihin o hep yanlı ve kendi çıkarına aktardığını sözlü tarih diye anlatılan anılar, kitaplaşınca unutulmaz olur. Tabii, her anı bir başka ek bilgiyi de canlandırır okuyanın belleğinde.

Şair ve yazarlığıyla tanıdığımız Metin Celâl’in yayıncı ve kitapçı yanını da öğreniyoruz; Yayıncılar Birliği yöneticiliği yaptığını da… Celâl, yazdıklarıyla da ilgiyi üzerine odaklıyor. Petrol mühendisi olduğunu öğreniyoruz, anılarının arasına sıkışmış bilgilerden. Buradan, “önemli ve değerli olan bir alanı” neden bıraktığına, yayın dünyasına girince ne denli zorluklarla karşılaştığına girmeyeceğim kuşkusuz. Bu açıdan bakınca iyi etmiş aslında, sanat ve edebiyat, sadece ülkemiz için değil tüm dünya için sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik ve ekolojik anlamda değiştirici ve dönüştürücü bir güç. Metin Celâl de bunu başarıyla sürdürüyor.

“Evlerdeki kitaplıklara okumak için değil eşe dosta gösterip böbürlenmek için kitap konulduğu için satın alınan kitaplarda tercih edilenler klasikler oluyordu. Çünkü klasikleri okumaya gerek olmadığına inanılıyordu. Kimse “Suç ve Ceza’nın konusu ne?” diye sormazdı çünkü kendisinin henüz Dostoyevski okumadığı ortaya çıkardı” dediği bir dönem var ki, bugün -aradan 40 yıl, yani neredeyse iki kuşak- geçtikten sonra bile inanılmaz geliyor. Gerçekten de, birçok insan, taksitle de satılan bir raf dolusu ciltli kitapla, evini eşe dosta göğsünü gererek açabiliyordu.

Metin Celâl, alabildiğine akıcı ve okurken görüyormuşsunuzcasına canlı anlatırken, günün gündemini de belirtiyor. Evet, 12 Eylül olmuştur, insanlar işsizdir, ekonomi kötüdür, taksit bir fırsattır… Ama okuyana. Ya diğer taraf açısından? Doğru bir çeviri mi, kim çevirmiş, yoksa özet mi, acaba okuyanı gerçekten sarıp sarmalayacak mı gibi kasap çengeli örneği kocaman soru işaretleri… Celâl, bunlara değiniyor. Muhakkak ki, kitapseverler dikkat ediyordu, ama özellikle ergenliğe geçerken okuma hevesini bağrında söndürdüğünü de unutmamalı. Yayınevlerini, yayıncıları hatta kitapların adlarını da vererek anlatıyor yaşananı Metin Celâl. Kendisinin ve arkadaşlarının, yaşamlarını sürdürmek için değil, daha ulvi bir amaçla yeni bir yayınevi kurup yeni dergiler çıkarmak için taksitle kitap satarken karşılaştıkları -yerine ve okuyana göre değişir- trajikomik olayları anlatıyor. Biri çok ilginç, bir memur, taksitli kitapları alıp peşin (tabii ki, çok ucuza) satıyor ve alkolizmin batağında gömülüyor. Olan satıcıya oluyor kuşkusuz.

12 Eylül’ün yaptıkları bunlar. Sadece siyasal sonuçları olmadı, sosyal ve ekonomik sorunlar da yaşandı. Metin Celâl, okurun(un) bu mesajı, çıkarıp alacağını biliyor kuşkusuz.

Devletin ve Kültür Bakanlığının, “Dünya Kitap Günü” gibi kıymetli bir güne karşı ne denli ilgisiz hatta engelleyici olduğunu da anlatıyor; çevirilerin neden ve niye kötü yapıldığını da… Telif yasasından önce ve yasadan sonra diye ayırabileceğimiz bir dönemin yaşattıklarını da öğreniyoruz Celâl’in anılarından. Kitap fuarları (Deniz Kavukçuoğlu unutulabilir mi), kültür şenlikleri, edebiyat eğitiminin desteklenme(me)si de önemli kuşkusuz.

Öyle hoş anekdotlar var ki… İlk Kültür Bakanı Talat Halman’ın Deniz Kavukçuoğlu’nun vatandaşlıktan çıkarılması kararına imza atması ve Kavukçuoğlu’nun hüznü… Mickey Spillane, 7 adet Mike Hammer yazmış. Ancak o kadar çok tutmuş ki Mike Hammer’lar, çeviren Kemal Tahir kendince yenilerini yazmış. Afif Yesari, yaptığım bir televizyon röportajında, kendisinin ve eşi üzerinden 50’ye yakın Mike Hammar yazdığını söylemişti de şaşırmıştık. Demek ki, başkaları da varmış… Asıl Onat Kutlar’ın kayıp günlüğünün bir sahaftan çıkması öyküsünü okumalısınız; müthiş! Playboy dergisinde yayımlanan öyküler (sanmayın ki pornografik) ve tanınmaya başlayan yazarlar… Tomris Uyar’ın kadın dayanışması göstererek -alacağı telife rağmen- Selçuk Baran’ı önermesi… Bugün gündemdeki Leman (karikatürde hiçbir sakınca olmadığını biliyoruz) dergisi ve öncekilerle mizah dergiciliğinin önemi; mizah dergisi çıkartabilmek için açılan ve tabii iflas eden kitapçılar… Gazetelerden, özellikle de spor sayfasından tanıdığımız İslam Çupi, dergide kendisine ayrılan sayfaya her zaman, tamı tamına uyan yazı gönderirmiş. Metin Celâl’in, adını aldığı Metin Oktay ile ilgili anılar da keyifli…

Ankara’da var kitapta… Haydar Ergülen’in, “Ankara kocaman bir evdi” tanımına tam uyan bir yaşam… Zafer Çarşısı, Ankaralı olmayanların bile, kitap deyince aklına gelen bir yerdi. Ergürü Kahvesi (belgeseli ilginçti) ve müdavimleri de unutulmamalı.

“Hep Yaşadığımı Hatırlatıyorum Kendime”
Metin Celâl
Anı
Çolpan Kitap, Mayıs 2025, 156s.