Bu şehirde binlerce kadın var. Kimse onların adını bir yürüyüş pankartında taşımadı, sesleri megafonla çoğaltılmadı. O kadınlar, sabahın köründe kalkar, çaydanlığı ocağa koyar, evde çocukların beslenme çantalarına koyacak bir şeyler arar, kocasını işe yolcu eder, sonra bir dilim ekmekle günü devirmeye başlar. Onların emeği bir kıyafet etiketine yazılmaz; ama o kıyafette her bir düğmeyi onlar diker. O kadınlar asla “emekçi” sayılmaz.

Bugün 1 Mayıs’a çağırıyorum:

Sadece şantiyelere, maden ocaklarına, tersanelere değil, tencerenin başına, süpürgenin sapına, ütü masasının ucuna da bakın.

Çünkü bu şehirde emek yalnız terle değil, kana karışan sessizlikle de birikir.

Ben şahidim. 1999’da Sakarya’da deprem anında kadınlar için öncelik belliydi: canlarını kurtarmak mı, yoksa örtünmek mi? Molozların arasında, yardımın geciktiği, giysiye erişimin sınıflar ve cinsiyet üzerinden ayrıldığı o kaos anında, kadınlar tereddüt etmedi. Çocuğunu çamaşır ipine sarıp enkazdan çıkaran da kadındı, enkaz altında çocuğunu saracak battaniyeyi arayan da… Çünkü örtünmek değil, yaşamak meseleydi.

Sanatçı Ceylan Ertem’in de hatırlattığı gibi, o gün Sakarya sokaklarında gecelikle ya da şortla kalan kadınlar “Deprem sizin yüzünüzden oldu” diye suçlandı. Ne var ki asıl suç, ihmal edilmiş bir kamusal düzen, sınıfsal ayrım ve politik göz ardı edilişti. Erkek tarih sadece yıkımı ve kanı yazar; oysa kadınların gerçek direnişi, “örtünmek” dayatmasına karşı hayatta kalmayı seçmeleriydi.

Ve bugün; Antalya’nın bir mahallesinde bir kadın hâlâ kocasından önce yemeğe başlamıyor.

İstanbul’un bir ilçesinde temizlik yaptığı evin çocuğuna “çocuğum” deyip sonra kendi çocuğuna marketten poğaça alamıyor.

Bir göçmen kadın her gün başka bir kadının evinde onun kirli çamaşırlarını yıkıyor; kendi kimliği “yasal” bile sayılmıyor.

Ev içi emek hâlâ ücretli ya da ücretsiz ayrımında bile sayılmıyor.

Biz kadınlar, emek mücadelesine “işçiysen gel” çağrısının ötesinde, “yaşıyorsan gel” diyoruz.

Çünkü yaşamak da bir iştir. Hele bu düzende kadın olarak yaşamak, bazen her sabah bir mesaiye uyanmaktır; susarak direnmek, gülümseyerek gizlemek, yalnız kalarak ayakta kalmak…

1 Mayıs’ta sokağa sadece ekmek parası için çalışanlar değil, sürekli “ekmeği bölenler” de inmeli. Çünkü kadınlar böler o ekmeği: bir yarısını çocuğuna ayırır, bir çeyreğini atasına; kalanı kendine bile yetmez.

İşte bu yüzden diyoruz:

Kadın emeği yalnızca görünmez değil; görünmek istemeyenler tarafından susturulmuştur.

Biz o suskunluğu haykırmak için yürüyoruz.

Şehrimde bir kadın daha, çocuğunu bırakacak yer bulamadığı için işe gidemiyor.

Bir kadın daha, gündelikçiliği bırakıp yaşlı annesine bakmak zorunda kalıyor.

Bir kadın daha, göç etti ama asla “yerleşemedi.”

O kadınların hepsi, bu şehrin görünmeyen 1 Mayıs’ında adım adım yürüyor. Slogan atmıyorlar belki. Ama o yürüyüş, tarihin en uzun direniş marşıdır.

Kadınlar bu yıl 1 Mayıs’ta sadece haklarını değil, hayatta kalma biçimlerini de taşıyacak pankartlara.

Ve belki bir gün, bu şehirde bir kadın daha çocuklarına “okuyun da temizliğe gitmeyin” demek zorunda kalmayacak.

Bu bizim utancımız değil, bizim mücadelemizdir.

1 Mayıs’ta buluşalım. Sadece meydanda değil, mutfakta, hastane koridorunda, okul kantininde, toplu taşıma durağında, sokakta…

Çünkü biz her yerdeyiz. Çünkü biz her şeyi yapıyoruz. Çünkü biz hâlâ sayılmıyoruz.

Bu yüzden bu yıl 1 Mayıs’ta şehrimde unutulmayacak olanlar, en çok unutulanlar olacak:

Ev içinden dünyayı kuran kadınlar.

(Bu yazı kadinvardiyasi.org'ta yayımlanmıştır)