Ben kendimi savunmazsam kim savunur?

Bir eylül akşamı büyük, pahalı mobilyaların içinde, kanlar içinde yerde sürünerek gitti mutfağa…Yüzünü yıkayıp hiçbir şey olmamış gibi yapacak, okuldan gelen çocuklarına son derece lüks bir masada yemekler sunacaktı. Babalarının kahramanlığına leke sürülmemesi gerekiyordu çünkü. Yarın ofiste her zamanki yalanlarından birini söyleyecek, bilmem kaçıncı kez kapıya vurduğu yüzünü yine kapıya vurmuş gibi yapacaktı. Her gün o kapıya yüzünü, yüreğini , kalbini, onurunu vursa da hiçbir şey söylememe hakkını heybesinde bulunduracaktı. Çünkü o pahalı eve, o pahalı eşyalara, o pahalı okullara ihtiyacı vardı; Olmalıydı, öyle sanmalıydı. Öyle sandığında kendini güvende hissediyordu. Birçok cinayet işleniyordu bu topraklarda. Ama kocası o kadar ileri gidemezdi. Başkalarının başına gelirdi bu, onun başına gelmezdi. Çünkü kocası sadece bu sıralar biraz stresliydi o kadar. Stres topu da kendisiydi. Kocasının stres topuydu . Komik bir tamlamaydı hatta. Birinin nur topu, kar topu olunabiliyorsa, stres topu neden olunmasaydı?  Yok yok o kadar ileri gitmezdi kocası. Hem zaten her zaman değildi bu. Keşke annesi burada olsaydı. Moraran yanaklarına, patlayan dudaklarına, kanayan yüreğine çiğnenmiş ekmek koysaydı. Küçükken düştüğünde yaralarına ağzında çiğnediği ekmeği koyardı annesi.  Keşke babası ya da kardeşi haberdar olsaydı bu durumdan. Bazen babasının avazı çıktığı kadar kocasına bağırdığını hayal ediyor, tekme tokat kocasına daldığını düşlüyor ve bu düş ona ağızda çiğnenmiş ekmek gibi geliyordu. Keşke birileri bağırsaydı, keşke birileri durdursaydı, keşke birilerinde kocasını yok edecek bu zulmü bitirecek güç olsaydı…

Sadece kendimi savunursam ben kimim? 

Her zaman duyarlı olmuşumdur yaşadığım çevreye, insanlara, doğaya, hayvanlara.  Kendimi ve ailemi güvende ve huzurlu tutmak için çok çaba sarf ettim. Kolay elde etmedim kısacası bunları. İyi bir işim, iyi bir hayatım var. Doğru insanlarla birlikte olmaya özen gösteririm. Mesela yaşadığın semtin bile çok büyük bir önemi var. Tipik bir Orta Doğu ülkesinde bu tür şeylere dikkat etmek zorundasın. Bir kadınım ve kendimi korumak zorundayım. Bencil olduğumu mu düşünüyorsunuz? Asla… Sokak hayvanları derneğine üyeyim mesela. Varoş batağından uzak olması gerekir yaşamımın. Kız çocuğum var benim. Üniversiteyi muhakkak yurt dışında okumalı. Ardından ben de giderim büyük olasılıkla. Çünkü inanın bir kadın olarak burada ne kadar dikkat ederseniz edin belanın sizi bulma olasılığı çok yüksek. Şiddet gören kadınlara çok üzülüyorum. Ama boşuna dememişler hayatınız seçimlerinizdir diye(!) Doğru seçimler önemli tabi…! 

Siz değilse kim?

Kaynı, çocukları, kayınbabası, kocası hepsi tamı tamına 24 kişiydi. İki göz bir yerde kalıyorlardı. Mardin’den gelmişlerdi bu Karadeniz köyüne. Mevsimlik fındık işçisiydiler. Dört çocuğu vardı Dilan’ın. En küçüğü Zilan. Altı aylık bebesi...  Sütten kesilmemişti daha. Zor oluyordu onu doyurmak. Sabahın köründe fındık bahçesine giderken kaynanasına bırakıyordu Zilan’ı. Bu çocuğunu bir başka seviyordu. Paydosta koşa koşa geliyor Zilan’ınını kokluyor, koklarken emziriyordu. Patronları çok acımasızdı. Bir saat veriyorlardı yemek iznine. Çavuş da sanki kendi kayınbabası değil de patronun adamıydı. Patronun karşısında ezilip büzülüyor kendi oğullarına, torunlarına, gelinlerine aslan kesiliyordu. Yine aç kalmıştı, yine ağzına bir iki lokma ekmek bir iki kaşık çorba koyup çıkmıştı yola. Ayak yoluna bile gidememişti. Tarlada bir yere yapacaktı artık. Hiç de istemiyordu dışarıya yapmak. Çünkü nenesi ona cinlerin sofrasına işersen çarpılırsın, demişti. 

Bir bağırtı duydu yolun ilerisinde. Biraz yaklaşınca kocasının patronlarla kavgaya girdiğini gördü. “Bıktık sizden!” diye bağırıyordu adam.” Yine geç kaldınız!” tarlaya. “Bu kadar uzun öğle yemeği mi olur? Biz size kaçta geleceksiniz dedik tarlaya. Siz nasıl vicdansız insanlarsınız? Para almayı biliyorsunuz. Ama çalışmayı bilmiyorsunuz.” Kocası da karşılık verdi adama:”Bu şartlarda biz çalışmayacağız o zaman!” diyordu. “İnsafınız yok!” diyordu. “Tam vaktinde gidiyoruz yine hakaret, yine küfür…”Bu sefer kocasının boğazına yapıştı adam. “Ulan!” dedi. “Soysuz Kürt. Seni var ya burada ellerimle gebertirim kimse de bir şey demez bana. O evi var ya o evi çocuklarınla birlikte ateşe veririm. Karşısına geçip çay içerim puşt. Sen kimsin de bana laf yetiştiriyorsun soysuz Kürt.”

Koşarak eve döndü Dilan. Adam evi ateşe verecekti. Topladı çocuklarını. Zilan’ı aldı kucağına. Kocasını da alıp hızla uzaklaşacaktı oradan. Koşarak kocasının yanına geldi. Adam kocasının boğazına dayamıştı dizini. Kocası hırlıyordu adamın altında. Bir elinde bebesi adamı kaldırmaya çalıştı kocasının üstünden. Adam bir yumruk attı Dilan’a. Dilan bir yana savruldu Zilan bir yana. Etraftan yetişenler sayesinde kadın kocasını çocuklarını ve Zilan’ı toplayıp düştü yola. Adam hala bağırıyordu arkalarından. “Bir daha buradan size ekmek yok. Zıkkımın kökünü bulacaksınız bundan sonra terörist piçleri!”

Bir köylü kadın geçti yanlarından. Biraz mahcup, biraz utanmış. Daha geçen gün oturup çay içmişlerdi birlikte. Kadının söylediklerini kaynanasına tercüme etmişti. Türkçe bilmezdi kaynanası. Hatta kadının oğlu geçen arabası için kurban kesmişti de bütün işçilere dağıtmıştı eti. Kadın da Zilan’a bir elbise almıştı pazardan. Kaynı olan adamın yaptığını onaylamaz bakmıştı Dilan’a kadın ama o kadardı işte. Köyden de bir ses çıkmamıştı . Can korkusu sarmıştı zaten Dilan’ı. Sahi evi yaksa jandarma ses çıkarmaz mıydı? Çıkarmazdı elbet. Doğudan gelen ekmeğinin peşinde Kürt bir aileydi. Daha ne olabilirdi ki? Köyden de ses çıkmazdı değil mi? Çıkmazdı tabi. Herkes birbirine akrabaydı. Zorbalığın akrabalığı var mıydı? Vardı elbet. Zorba birilerine akraba olmasa bu kadar zorba olur muydu dünyada. 

Şimdi değilse ne zaman? 

Gerçekten şimdi değilse ne zaman? O kadını yerden kaldırmayacaksam ne zaman kaldıracağım? Ağzımda ekmek çiğnemekten bıktım artık. Birilerinin yaralarına ‘’Bir şey yok ki.’’ demekten kendi acılarıma ‘’Acımadı ki.’’ demekten bıktım. Bu bir eşikse onu ne zaman geçmem gerekiyor? Hani diyoruz ya toplumların korku eşiği aşılınca artık kimse tutamaz onları. Bu eşik bizim gibi insancıkların aşamayacağı kadar yukarda mı acaba?

Şimdi değilse ne zaman? Gerçekten hayatımız seçimlerimizse seçme şansı olmayan insanların canları cehenneme mi gidiyor? Çoluğumu çocuğumu Nuh’un gemisine koyup kurtarılmış bir bölge mi aramalıyım? Peki öyle bir bölge yoksa? Yine de sadece kendimle kaldığımda nefret etmeyeyim mi kendimden?

Şimdi değilse ne zaman? Kucağında bebesiyle bir kadın tokatlanırken bağırmayacaksam, küçücük bir elbiseye merhameti bohçalayarak mı temizleyeceğim vicdanımı? Birileri birilerine cehennemi yaşatırken en azından ateşe odun atmıyorum diye temiz mi saymalıyım kendimi?

Gerçekten soruyorum, şimdi değilse ne zaman sorgulamalıyım, konuşmalıyım, bağırmalıyım, kavga etmeliyim, dövüşmeliyim kendim için, kardeşlerim için, çocuklarım için, kadınlarım için?

Şimdi değilse ne zaman sorusuna şu cevap gelirse hiç korkamayacak mıyız? 

Şimdi değilse, hiçbir zaman…