“Kendi başınasın sen, kendi başına…”
Babamdan duyduğum en ağır söz bu olabilir. Ne zaman onun istemediği bir şey yapsam, bu cümleyi söylerdi.
Nasıl ki her insanın ilişki yaşama biçimi birbirinden farklıysa, yas da öyleymiş meğer. Dünya üzerinde ne kadar insan varsa, o kadar farklı ilişki, o kadar farklı yas şekli varmış. Bunu babamı, 2015 yılında geçirdiği kalp kriziyle kaybettiğimizde öğrendim.
O sırada İzmir’de Figen Yüksekdağ’ın mitingini takip ediyordum. Haber geldiğinde apar topar Rize’ye döndüm. Hiç ağlamadım. Mezara yerleştirdim, üzerine toprağı kendi ellerimle koydum. Toprağa sarıldım, öptüm. Yanından ayrıldım. İçimden “Babamın bir mezarı var artık, ziyaret edeceğim” dedim. Berkin Elvan’ı düşündüm, Cumartesi Anneleri’ni düşündüm, öldürülen onca insanı düşündüm…”Neler gördüm, ne acılar dinledim” dedim, içimden.
Üç gün sonra Hopa’da Figen Yüksekdağ’ın başka bir mitingi vardı. Kalktım, oraya gittim. İstanbul’dan gelen arkadaşlarım şaşkındı, ben daha da şaşkındım. Hemen normale döndüm, zaten babam da öyle isterdi herhalde diye düşündüm. Beş gün sonra İzmir’e döndüm, işe, bu kez Selahattin Demirtaş’ın mitingini takip etmek için.
Sonra… O cenaze döneminde dökülmeyen gözyaşları, hiç beklenmediğim yerlerde, saçma sapan zamanlarda döküldü.
O günden beri, yakını ölen birine “geçer” demiyorum. Aksine "geçmeyecek kendinizi hazırlayın" diyorum. “Çünkü zamanla özleminiz derinleşecek” diyorum. Ölüm acısı başka acılar gibi değil hafiflemiyor, aksine zamanla daha çok yer ediyor. Bir insanı kaybedince boğazınıza bir yumru gelip oturuyor.
Babamın en çok övündüğü şey çevremizdekilere de söylerken duyduğum “Ben kızımla arkadaş gibiyim” cümlesiydi.. Bununla övünürdü. “İstiklalin Sesi” adlı ilk gazetemi de ilk okul sıralarında babamın çalıştığı Sağlık Müdürlüğü fotokopi makinesinde çoğaltmıştık ve onun daktilosunda yazmıştık. Haklıydı babam, arkadaş gibiydik.
İki konuda bitip tükenmeyen tartışma konumuz vardı. Biri gazetecilik yapmam, diğeri de Kürt meselesi. İstanbul’a geldiğimde, “Şiir, yaz öykü hikaye yaz ama bu mesleği yapma” diyordu mektuplarında. Denedim aslında. Gönlü olsun kafası rahat etsin diye başka işler de denedim. Fakat olmadı, döne dolaşa kendimi yine bir gazetede buldum.
Kürt Meselesine dair de benzer durumdaydık. O, “Misak-ı Milli sınırları içinde vatan bir bütündür, parçalanamaz” derdi. Ben de “İnsanlar Kürtçe konuşamıyor, neden anadilde eğitim yok?” diye karşı çıkardım.
Babamın bir defteri vardı ilk sayfada “Nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilmem” yazıyordu. Zamanla daha iyi anlıyorum.
O kadar çok keşke hayatta olsaydı dediğim zamanlar oluyor ki…
Bugün yaşadığımız güncel siyaseti görse, eminim yine bir güzel tartışırdık. Umarım ve tek tesellim bir yerlerden beni görüyor olması…Babası etrafında olanlar koşun gidin babalarınıza sarılın lütfen…
Başka babalar kızları…
14 Haziran’da İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Hasta Mahpuslar Komisyonu’nun hasta mahpuslara dikkat çekmek için düzenlediği eylemde bir baba-kız vardı.
Baba, her hafta bu eyleme düzenli olarak katılıyormuş. Bu kez yanında kızı da vardı: Arzu Doğan.
Arzu, bir insan hakları savunucusu. Aynı zamanda engelli bir kadın. Geçirdiği bir trafik kazasından sonra hayatına tekerlekli sandalyede devam ediyor. Şartlar elverdiğinde, o da babasına eşlik ediyor.
Arzu’nun ağabeyi 27 yıldır cezaevindeymiş. Bir süre önce tahliye olmuş.
Arzu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde 15 yıl çalışmış, emekli olduktan sonra insan hakları mücadelesine daha çok zaman ayırmış. Ağabeyi cezaevine girdiğinden beri bu mücadelenin içindeymiş zaten. Şimdi ise babasıyla birlikte eylemlere katılıyor.
“Üç yıl yurtdışında yaşadım” diyor. “Şimdi de sağlık sorunlarımla uğraşıyorum, tedavilerim sürüyor.”
Gelmeyi kolaylaştırmayan pek çok şey var:
“Asansörler çalışmadığında buralara ulaşmak çok zor oluyor” diye anlatıyor. “Erişilebilir bir kentte yaşamıyoruz. Ulaşım, hava koşulları gibi şeyler sorun yaratabiliyor. Ama ne olursa olsun, bu mücadeleyi önemli buluyorum, o yüzden elimden geleni yapıyorum.”
Eylem boyunca elinde bir fotoğraf taşıyor: Uzun zamandır cezaevinde olan insan hakları savunucusu Hatice Onaran’ın fotoğrafı.
“Hatice Onaran’ın ve tüm hasta mahpusların serbest bırakılmasını istiyorum” diyor. “Buraya daha fazla insanın destek vermesi gerekiyor.”
Arzu’ya göre dayanışma yalnızca eylemlere katılmakla sınırlı değil.
“İsteyen ekonomik olarak destek olur, isteyen bir mektup gönderir” diyor. “Cezaevindekilerle dayanışmanın tek yolu buraya gelmek değil. Yardım etmenin, dayanışma kurmanın pek çok yolu var. Yeter ki insanlar ilgilensin, bir şey yapmak istesin.”
Bu hafta "kişisel" bir yerden geldi kelimeler, lütfen kusura bakmayınız… Bu haftanın şarkısı da babamdan duyduğum bir türkü dinlemek isterseniz burada…
Şiddetsiz bir hafta gelsin, eşitlik ve özgürlükten yana…