Kim eşitlikten kazanç sağlıyor, kim bedel ödüyor? Bu sorunun cevabını biz biliyoruz.

Fotoğraf: Grok

Bu sene 8 Mart’ta zincir markette kadınlar günü için hazırlanmış özel bir standa gözüm takıldı. Rafın üstünde kocaman bir yazı:

“Kadınlar Günü’ne Özel!”

Altında pembe ütü, mor tencere, indirimli epilatör… Yanına da iliştirilmiş şu slogan:

“Gücünü kutla!”

Ne garip. Bizi “güçlendirdiğini” iddia eden sistem, önce bedenimizi inceliyor, sonra da bize bunu “özgürlük” diye satıyor.

Ütüyü indirime sokan o güç, aynı zamanda regl konuşan kadını susturuyor. Bir taraftan “kadın girişimciliği” fonları artıyor, öbür yanda kadın akademisyen “toplumsal cinsiyet” dediği için soruşturmaya uğruyor.

İşte tam burada, Jenny Gunnarsson Payne ve Sofie Tornhill’in “Reproduction as Accumulation” makalesinin kalbi atıyor.

O makalede neoliberal sahiplenme ile toplumsal cinsiyet karşıtı muhafazakâr patlama çarpışıyor.

Ve o çarpışma, bizim evin önünden de geçiyor.

Evin içi de boş değil üstelik.

Bir kadın, emeklilik yaşını beklemeden ölen annesinin bakım yükünü sırtlanmış, kamudan alamadığı desteği kendi sırt kaslarıyla taşıyor.

Bir diğeri, “annelik yüceltilmeli” diyerek kreşin kaldırıldığı bir mahallede gündelik işlere gidiyor.

Kimi, “kadınları güçlendireceğiz” diyen kampanyaların arasında güvencesiz çalışıyor, sigortasız doğuruyor.

Yani eşitlik, evin mutfağına hiç uğramadan vitrinde satılıyor.

Biri çıkıp dese ki, “toplumsal cinsiyet eşitliğini şirketler sahiplendiği için içi boşaldı” — haklı olur ama diğeri çıkıp, “eşitlik dediğiniz şey sapkınlık propagandası” dese — tehlikeli olur.Yine de bu, içinde yaşadığımız gerçeğin bir parçası olur.

Makalenin çok yerinde tespit ettiği gibi:

Neoliberalizm eşitlik kavramını ehlileştiriyor. Onu piyasaya uygun hale getiriyor ama bu sırada, muhafazakâr hareketler eşitliği “küresel bir komplo” ilan ediyor, yerli ve milli ahlakı “kurtarmaya” girişiyor.

İki uç da feminist mücadelenin özünü tahrip ediyor. Biri onu parfüm kutusuna basıyor. Diğeri afişinden bile korkuyor.

Ve biz arada kalıyoruz. Bir yanda “eşitliği savunuyorsun çünkü Batıcı’sın” diyenler, diğer yanda “eşitliği bu haliyle sahipleneceksin yoksa gerici olursun” diyenler.

Oysa biz ne vitrindeki pembeliğe ne de karanlık bir geçmiş hayaline sığarız.

Yeni bir dil kurmalıyız. Ne kurumsal feminizmin filtreli başarı hikâyeleri, ne de “doğal aile” yalanına sığınan gelenekçiliğin dili.

Asıl soru şu:

Kim eşitlikten kazanç sağlıyor?

Kim bedel ödüyor?

Bu sorunun cevabını biz biliyoruz. Evin yükünü taşıyan kadın biliyor. Görünmeyen emeğin yükünü çeken işçi biliyor. Bakım hizmetlerine erişemeyen hasta yakını biliyor…

Eğer bu sistemin eşitliği sadece satılabilir bir ürüne dönüşüyorsa, biz satın almamayı seçeriz.

Çünkü bazı haklar kuponla gelmez.

Ve bazı özgürlükler, reklamlar bitince değil, hayatlar değişince başlar.

Not: Bu yazı, Jenny Gunnarsson Payne & Sofie Tornhill’in “Reproduction as Accumulation: Political Economies and Biomarkets in Feminist Debates” (Signs, 2019) adlı makalesinden esinlenilerek kaleme alınmıştır.