İktisatçı Prof. Dr. Korkut Boratav, ekonomide yerel seçimlere kadar seçmenin sineye çekebileceği yumuşak kayıplar yaşanacağını; asıl şok etkisinin 31 Mart 2024’te gerçekleşecek olan yerel seçimlerden sonra olacağını kaydetti.

BirGün’den Yaşar Aydın’ın sorularını yanıtlayan Prof. Dr. Boratav, “Ekonomide geleneksel neoliberal model hedeflenmiştir ve buna Haziran 2023-Aralık 2024’te iki aşamalı bir istikrar programı ile geçiş söz konusudur” diye konuştu. 

Boratav’ın yanıt verdiği sorular şöyle:

Seçimlerde yaşanan mağlubiyetin ardından bir sorumlu arama sürecine girildi. Muhalefetin taktiği, adayı, siyaseti yeniden tartışmaya açıldı. Siz mağlubiyetin sebeplerini nerede görüyorsunuz?

Cumhurbaşkanlığı seçiminde iki ittifak içinde yer alan sosyalist ve komünist partiler, Altılı Masa’nın adayını destekleme kararı aldılar. Bu karar, bence, bu partilerin tarihsel belleklerine uygun, doğru bir reflekstir.

Mayıs 2023’ün Türkiye koşullarında açık faşizme sürüklenen ortamı durduracak acil aşama, Cumhurbaşkanı’nın değiştirilmesiydi. Bu seçeneği o tarihte mümkün kılan tek seçenek olan Altılı Cephe’nin adayını desteklediler; açık faşizmi frenlemeyi hedefleyen geniş cepheye katıldılar. 

Altılı Masa, 2022 başında kuruldu. Bileşenlerinin, öncelikle CHP’nin o tarihe kadarki dönüşümünü kabul ederseniz (ve sadece bu koşulla) bu ittifak politikasının yanlış olmadığını söyleyebiliriz. Bir anlamda AKP’nin açıkça kaybettiği ilk seçim olan Haziran 2015 ortamına, aynı zamanda 2017 Anayasa değişikliğinin öncesine dönmeyi hedefliyordu. 2019 belediye seçimlerinde Altılı İttifak’ın bir benzeri başarılı olmuştu. O deneyim, Saray’ın sandık yenilgisi için HDP’nin bu cepheye dışardan da olsa desteğinin gerekli olduğunu göstermişti. Bu desteği fiilen, sessizce sineye çeken İyi Parti’nin sağındaki eğilimlere kadar uzanmak riskliydi. Mayıs 2023 koşullarında da Saray iktidarına son verebilecek tek seçenek Altılı Masa’nın temsil ettiği geniş cephe idi. Ayrıca, parlamentonun bileşimi bir yana, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı makamından uzaklaştırılması da ihmale edilemeyecek asgari bir öncelikti. Sosyalist ve komünist partilerin bu asgari hedefte birleşmesi de doğru karardı.   
İlk aşamada önce Erdoğan’ı yenmek için siyasal yelpazenin merkez ve Cumhuriyetçi sağ kanatlarının ittifakı gerekliydi. AKP iktidarı dönemindeki dönüşümü sonunda CHP bu tarihte Cumhuriyetçi ve sol birikimlerinden kopmuştu; bu yelpazenin merkezinde yer alıyordu. Siyasal İslam eğilimli üç partinin (Saadet, DEVA, Gelecek’in) katılımıyla bu ittifak tutucu bir özellik taşımaktaydı. AKP’nin ilk 12 yılının tüm neoliberal, İslamcı, (2010 anayasa referandumu ile pekiştirilen) anti-demokratik birikimlerini de sahiplenmekteydi. Bu nedenle sosyalistlerin desteği sadece Cumhurbaşkanlığı seçimi ile sınırlıydı.  

Sosyalistlerin seçimdeki tutumlarını nasıl görüyorsunuz? Önümüzdeki süreçte önlerinde ne gibi görevler görüyorsunuz?

Altılı Masa’nın tutucu kimliğine rağmen sosyalistlerin dıştan desteğinin seçimlerde birleşen yirmi beş milyonluk muhalif kitleye fiilen sol bir kimlik taşıdığını düşünüyorum. Meydanlarda toplanan milyonlar, ortak özlemleri, sloganları ile kürsüde konuşanları da şaşırttı. Akşener’i Altılı Masaya döndüren etken de galiba bu kolektif baskı oldu. Bir liderlikten yoksun milyonlardan söz ediyorum. Türkiye siyasetinin gelecekteki seyri bu insanlara bağlı… Kim bunlar? On yıl önce Gezi kalkışmasına katılan gençlerin, öğrencilerin bugünkü türevleri… 2019 belediye seçimlerini kazananlar… Kendiliğinden örgütlenebilen dinamik, yaratıcı bir güç. Onları birleştiren ortak değerlerin sola, sosyalizme açık olduğunu düşünüyorum. En azından “sol-Cumhuriyetçi” bir güç… Liderlik fiilen Türkiye’nin sol devrimci güçlerine, sosyalist, komünist partilerine düşmektedir. 

1980 sonrasının sosyalistleri, Gezi’ye katılarak Cumhuriyetçi değerleri tümüyle benimsedi; hatta aydınlanma değerlerini tümüyle sahiplenen tek siyasal akım bugünün sosyalist, komünist partileridir. Cumhurbaşkanlığı seçiminde oluşan geniş cephenin içerisinde yer almaları kuşkusuz önemli. Ama yetersiz. Çünkü seçim sonrasında yenik düşen; hâlâ Erdoğan rejimine temelden muhalif 25 milyon liderlikten yoksun. Dağılması, faşizmin yerleşmesi anlamına gelecek. Bu tarihsel görev açısından, artık fiilen sosyalist, komünist partiler bu büyük kitlenin üretim, işyeri, mahalle düzlemlerinde örgütlenmesini üstelenebilir mi? Liderliğini hedefleyecek bir düzeye taşıyabilir mi?  Bugünkü vahim boşluğu doldurabilir mi? Esas mesele bu.

Türkiye Solunun canına okuyan dönüşüm 12 Eylül’dür. 1970’li yılların sonunda burjuvazi ve derin devlet şu teşhisi koydu: “Türkiye, parlamenter siyasette CHP’nin, parlamento dışında devrimci akımların ortak etkisi sonunda bir bütünüyle sola yöneliyor. Kesinlikle ve kalıcı olarak önlenmelidir. 12 Mart eksik kaldı; CHP’yi sola yöneltti, devrimci hareketleri çökertemedi. Sosyalizmin şu veya bu rengi altında örgütlenen devrimci akımlar kesinlikle, ödünsüz çökertilirse Türkiye’nin sola yönelmesi de önlenir…” 

Seçimlerin ardından AKP’nin özellikle ekonomi politikasında ciddi bir değişim yaşandı. Siz bu değişikliği nasıl görüyorsunuz, uzun süreçte emekçilerin önündeki tablo nedir?

TCMB politika faizini sabit tuttu TCMB politika faizini sabit tuttu

Herkes soruyor, bugünkü ekonomik ortamda Mehmet Şimşek ne yapacak? Yerel seçimler öncesinde ve sonrasında AKP ne yapacak? Batı siyaset söyleminde Erdoğan gibi şahsiyetler için “politik insan” deyimi kullanılır. Bunların siyasi refleksleri çok duyarlı ve esnektir. Bu özellikleri ile önce yerel seçimleri kazanmak isteyeceğini, hedefi gerçekleştirdikten sonra gündemini değiştirme esnekliğini göstereceğini düşünüyorum. 

 Ekonomide geleneksel neoliberal model hedeflenmiştir ve buna Haziran 2023-Aralık 2024’te iki aşamalı bir istikrar programı ile geçiş söz konusudur. Mart seçimlerine kadar seçmenlerin sineye çekeceği umulan “yumuşak kayıplar” söz konusu: Memur maaşları, asgari ücret ve emekli aylık artışları, bugünlerde gözlediğimiz dolaylı vergilerle eriyecek. Neoliberal reçetelerden makul boyutlarda sapmalar göze alınabilir. Örneğin 2001’deki IMF programında Merkez Bankası avanslarıyla bütçe açığının finansmanı yasaklanmıştı. Bu uygulama değiştirildi. Kur Korumalı Mevduatın Hazine’ye yükü TCMB’ye devredildi.

TCMB’nin yeni başkanı değişikliği sineye çekti. Bu bütçe açığının para basarak finansmanı anlamına gelir. Mart’a kadar benzeri neoliberal ilkeleri zorlayan “makro-ihtiyati düzenlemelerin” çoğu korunacak. 

Mart sonrasında gündeme gelecek şok tedavisinin bazı işaretlerini Bakan Şimşek peşinen verdi. Birincisi Maastricht kriterleri içinde mali disiplin… Bu, kamu harcamalarını da frenleyen sert kemer sıkma, ekonomik daralmaya dönük malî politikalar  anlamına  gelir…

İkinci olarak, “gelir politikasını da içerecek yapısal uyum” dedi.  “Yapısal uyum” ifadesi bizim sendikaların duyarlı olduğu işgücü piyasalarının esnekleşmesidir.  Yöntemlerden biri, bugünlerde emekli, memur, kamu personel aylıkları için uygulanan “enflasyon farkı ödemelerinin” son bulmasıdır. Nasıl uygulanacak? TCMB’nin düşük enflasyon hedefine göre belirlenen maaş-ücret ayarlamaları ile yetinilecek; bu artışlar hızlanan enflasyon sayesinde eritilecektir. Altı aylık aralıklarla uygulanan “enflasyon farkları”  tarihe karışır; yok olur. Nedeni sermayenin gözetilmesidir. Ücretlerin geçmiş    enflasyona tamamen endekslenmesi yaygınlaşırsa, kârlar bir noktadan sonra aşınabilir.  Ayrıca, Türkiye’deki gibi dev şirketler güçlüyse, asgari ücret artışları (“mark-up rates” diye bilinen) kâr marjlarını yükseltmeye fırsat olur; fazlasıyla telafi edilebilir. 

KKM, geleneksel neoliberal programın “dalgalı, piyasalara bırakılmış döviz fiyatları” kuralı ile çatışır. Kaldırılması gerekecektir. Yerel seçim önceliği nedeniyle, Mart sonrasına erteleneceği anlaşılıyor. KKM son bulunca döviz, dinamit fitili gibi patlayacak. Tüm sektörleri içine alacak ikinci bir enflasyon dalgası şok gelecek. Önlenmesi, parasal ve maliye politikalarında daralma, ekonominin sıfır büyüme yönünde frenlenmesi, istihdamın gerilemesi olacak. Enflasyon ve istihdamın daralması birleşecek; en yoksul emekçiler, AKP’ye oy verdiklerine pişman olacaklar; ama önce nedenlerini algılamaları gerekecek. Bu da bir kez daha tabanda, örgütlü sınıf mücadelesini üstlenen devrimcilere düşecek. 

Gelelim şok tedavisi (diyelim Aralık 2024) sonrasında uygulanması beklenen geleneksel neoliberal bir programın Türkiye için tasarladığı geleceğe… Bunları, IMF’nin 2028’e uzanan öngörülerinden algılıyoruz: Durgunlaşan bir ekonomide istikrar senaryosu söz konusudur.

Sayılara göz atalım: Türkiye’nin sürdürülebilir büyüme potansiyeli yüzde 3 olarak öngörülüyor.  Bu büyüme süreci içinde enflasyon yüzde 20, cari işlem açığı/GSYH yüzde 2,2, dar anlamdaki işsizlik yüzde 10,5 oranlarına yerleşecektir. Bu anlamda, Türkiye’ye özgü bir istikrar durumu tasarlanıyor. Büyüme temposu zorlandığında dış açıklar ve enflasyon yükselecek; ekonomi yönetimi durgunlaşmayı yeğleyecektir. Yüzde 3’lük büyüme ise, dış borçlanmayı döndüren, ılımlı bir tempoyla da artırabilen, cari açığı kapatan yabancı sermaye girişiyle sürdürülecektir.  
 
Temel sorun şudur: Bu senaryo, Türkiye’nin ağır bir bölüşüm şoku ile bütünleşen bugünkü toplumsal bunalımını kalıcı kılacaktır.  Yüzde 3’lük büyüme temposu faal işgücü artışlarını tümüyle istihdama çekmekte yetersizdir. O nedenle 2023’te yüzde 25’e yaklaşan atıl iş gücünün sayı ve oran olarak 2028’e kadar büyümesi söz konusu olacaktır. Bu işgücü fazlası ne anlama gelir?  Dinamizmi bitmiş, halk sınıfları siyasal İslamcı ideoloji tarafından uyuşturulmuş bir toplum… Toplumsal patlamalar olasıdır; ancak faşizm yerleşmişse sadece yıkıma yol açar. 

Bu hazin geleceği, geçmiş birikimleri ile Türkiye toplumu kabul edemez. Tekrar siyasal, ekonomik ve ideolojik sınıf mücadelesinin liderlik, öncü örgütler sorununa dönüyoruz. Sosyalist, komünist örgüt militanlarının işçi, köylü, emekçi saflarında titizlikle aydınlanma değerlerine dayalı ideolojik bir sınıf mücadelesi yürütmesi önümüzdeki dönemde bu yüzden hayatidir. Ekonomik, siyasal mücadele buradan hareket edecek. Mayıs 2023’te meydanları dolduran milyonlar, bu sınıfların dinamik, ilerici çekirdeğini oluşturuyordu. Bu mücadeleye katılmalarını anlamlı kılacak bu tür bir öncülüğü on yıl önce Gezi’de bulamadılar; bugün bir kez daha beklemektedirler. Bu boşluğu kalcı olarak doldurmak zamanı geldi. Görev bugünün devrimci örgütlerine, hareketlerine, partilerine düşüyor.

Editör: Tuncer Kalaycı