Bir halkın hayal gücüyle sınandığı yerde başlar efsaneler. İskoçya’nın sisli gölünde 1000 yıldır gizlenen Loch Ness canavarı varsa, bizim de Van Gölü’nün sularında kıvrılan bir camızımız var. Ama bu öyle sıradan bir canavar hikâyesi değil; bu, bir “asparagasın” nasıl halk masalına dönüştüğünün, devlet destekli hayal gücünün ve biraz da sistemin gülümseten aldatmacasının hikâyesidir.

1993 yılı… Türkiye neoliberalizmin yumuşak karnından içeri doğru sızmaya başlamış, sokaklar özelleştirme bültenleriyle, zihinlerse hızla değiştirilen müfredatlarla donatılıyordu. Halkın cebinden çok, ortak hafızası delik deşik ediliyordu. Tam da o sırada, sahneye çıktı Van Gölü Canavarı. Bir gazetecinin manşet iştahı, bir milletvekilinin bölgesel kalkınma heyecanıyla buluşunca, kolektif hayal gücümüzden bir mahlûk doğdu. ABD’nin UFO’su, Sovyetlerin Tunguska’sı varsa, bizim neden bir efsanemiz olmasındı? Hem yerliydi, hem millî ama biraz da uydurmaydı.

Zira kapitalist sistemin halkı oyalamak için kullandığı hayali yaratıklar bir tesadüf değil, sınıfsal bir gerekliliktir. ABD’liler, Soğuk Savaş boyunca “komünist uzaylılar” yaratırken, Sovyet halkı gökyüzünden düşen metallerde devrimin izini arıyordu. Türkiye ise, krizlerin, işsizliğin gölgesinde bir canavar yarattı. Belki de Vanlıların sırtındaki vergi yükünü hafifletmezdi ama kafasını suya daldırıp çıkaran camız, bir anlığına da olsa geçim derdinden uzaklaştırıyordu izleyenleri.

Bu hikâye, devlet aklının halk psikolojisini nasıl yönlendirdiğini gösteren kusursuz bir örnek. 1990’ların başında Van Gölü’nde su seviyesi belirgin biçimde yükselmiş, bu da kıyı şeridindeki evlerin ve yolların sular altında kalmasına neden olmuştu. İklimsel değişim, artan yağışlar ve yanlış kentleşme gibi nedenlerle oluşan bu ekolojik sorun karşısında kamuoyunda ciddi bir tartışma yaşanmadı. “Göl kabarıyor” dediklerinde kimse bu doğal felaketin nedenlerini sormadı; ne altyapı, ne kent planlaması, ne de iklim krizine dair bir sorgulama geldi. Ama “Canavar var” dediklerinde kameralar döndü, halk Van’a aktı, dönerciler bile kalkınma yaşadı. Sorunlar değil, söylentiler manşet oldu.

Elbette tüm bunların ardında trajikomik bir emek var. Haberi patlatan gazeteci, komisyona öneri veren vekil, gölde tekneyle gezen kameramanlar… Ve en önemlisi, canavara umut bağlayan halk. 90’larda çocuk olan bizler içinse bu sadece bir efsane değil, aynı zamanda devletin televizyondan masal anlattığı ilk büyük gösteriydi. Van Gölü, atlaslardaki cansız bir leke olmaktan çıkmış, gizemli ve heyecan verici bir evrene dönüşmüştü. Evdeki büyüklerin ciddiyetle izlediği haberler, çocuk gözümüzde canavarı gerçek kılıyor, korkuyla karışık bir hayranlık yaratıyordu.

Bugün dönüp baktığımızda görüyoruz ki, bazen bir toplumun en büyük gerçeği, birlikte inandığı yalandır.

Bu sabah düşündüm de…

Canavarlar, bazı dünyalarda gerçekten göllerin dibinde yaşar. Bazı dünyalarda ise halkın bilinçaltında, kolektif hafızasında dolaşır. Öyle dünyalar vardır ki, orada canavarlar turizmle beslenmez, efsane olmak için değil, yüzleşilmek için anlatılır.

90’larda Türkiye’de canavar denince yalnızca Van Gölü akla gelmezdi. Gölün altında aranan canavar, aslında gazetelerin üçüncü sayfalarına sızmıştı: Geceleri gözaltında kaybolanlarda, faili meçhullerle örülen suskunlukta, televizyon ekranındaki pembe yalanlarda gizlenmişti. O canavar bazen bir karakolun bodrum katındaydı, bazen de özel televizyonların rengârenk stüdyolarında halkı oyalayan bir magazin bülteni gibi gülerdi.

Bazı canavarlar suyun üstüne çıkmaz. Onlar gülümserken aldatır, umut vaat ederken yalnızlaştırır. Onları gölde aramayız biz; zaten her yerdelerdir. Kamusal yalanlarda, gündelik alaylarda, “habermiş gibi yapılan” o eski numaralarda.

Ve belki de en tehlikelisi ne biliyor musunuz?

Gerçek canavarların artık kimseyi ürkütmüyor oluşu…