“İnsan en gelişmiş varlıktır, en akıllı canlıdır, en güçlüdür aklını kullanınca” der dururuz da, hiç sosyal bir varlıktır, bir arada olmadıkça çok da başarılı olmaz diye düşünmeyiz…
İnsan belleği öyle ki, bir yerden giriyor, öbür yerden çıkasıya çok şey geçiyor aklından; o da olur, bu da olur diyorsa da hiçbiri istendiği gibi olmayabiliyor.
“Bir faşizm türü olarak yok sayma” denilince , her şeyden önce hayatın içindeki yok saymalar geldi. Trafik kurallarını yok sayarsanız ölürsünüz ya da öldürürsünüz. Düşünceyi yok sayınca tükenirsiniz, gelişemezsiniz. Anayasayı yok sayınca diktatör olursunuz (zaten faşizm demektir). Ancak biz, bu kadar geniş değil, biraz da sanat kültür çerçevesinden bakmalıyız.
Aklıma ilk “Sineklerin Tanrısı” geldi. “Yok sayma”nın doruğu… Hemen hepimiz çok beğendik, duygularımızı da o roman (filmi de çevrildi) üzerinden aktarmaya başladık.
Bilirsiniz işte, ıssız bir adaya düşen uçaktaki çocukların yaşamı yeniden kurması öyküsü, tek cümleyle anlatacak olursak. Öğretmen William Golding, kazadan kurtulan gençlerin giderek şiddete dönüşen, hatta öldürmeye ulaşan öyküsünü anlatıyordu. Uzun yıllar bu öykünün kurmaca olduğu bilinmiyordu ve gerçek olarak düşünülüyordu. Sineklerin Tanrısı’nda anlatılan öykünün dünyanın her tarafında (hemen her sosyal katmandan, ekonomik, sosyal, siyasal, ırksal, cinsiyet ve hatta dinsel farklarına bakılmaksızın) benimsenmesi sonucu, üzerine bilimsel araştırmalar da yapılmış, herkes, ama herkes insanların özünde kötü olduğuna inanmıştı. “Kötü”, doğal olarak faşistti de, ne güven veriyorlardı ne de ileriye yönelik koruyucu kollayıcı düşünceleri vardı. (Ancak araya girip, belirtmem gerekir ki, Öğretmen Golding pek muteber biri değilmiş, zaten olmuş bir olayı değil, düşlediği bir öyküyü anlatmış.)
Ingeborg Bachmann’ın “Faşizm iki kişi arasında başlar” sözü bu roman üzerinden, kazazede çocuklar açısından faşizmin doğuşunun başlangıcıdır. Egemen olmak, kendi dediklerinizin kabul edilmesini istemek, tersi olduğundaysa şiddetle aynı ‘kader’i paylaştığınız arkadaşlarınızı yok saymak, gerçekten de faşizmin yayılması, bunun da birilerini mürit olarak tutmaktan geçiyor. Yani, faşizm birilerinin yok sayılmasıdır. Faşist de liderinin (führer, duçe, başbuğ) dışında herkesi yok sayar.
Sanatın etkisi…
Peki, öyle mi? Newton’un okuduğu bir şiirin etkisinde kalarak yaptığı çalışma sonucunda yerçekimi yasasını bulduğu bilgisi sanatın ne denli önemli olduğunun kanıtı olarak görülebilir. Sanat duygularınızı, düşüncenizi, (ister kişisel isterse toplumsal) ilişkilerinizi geliştirir. Birbirine egemenlik kurmaya çalışanlar ise sanat yerine savaşı tercih etmişlerdir, buna da bağlı olarak diğerlerini yok sayarlar.
Dil, din, cins, ırk, milliyet, eğitim farklılığını öne çıkarıp paylaşım yerine herkesi hor görmek, yok saymak değil midir? Sizin gibi düşünmeyen (veya olmayan) birilerinin aşağılanması bile faşizm sayılmaz mı? Makyavelli’den Freud’a insanın kötü olduğunu öğrenmiş, buna da bağlı olarak Sineklerin Tanrısı’nı benimsemiştik. Oysa şimdi yeni bir bakış açısı, yeni bir görüş, yeni bir anlayış söz konusu: İnsan iyidir ve devrimcidir. İnsanların iyi olduğunu varsaymak hem gerçekçi hem de devrimci bir eylemdir. Kendimizin dışında, başkalarının kötü olduğunu düşündüğümüzde hayat çekilmez hal alıyor ve bu etkiyle hem mücadeleden hem de güzel günler düşün(cesin)den uzaklaşıyoruz. Rekabetten çok işbirliğine yatkın olduğumuzu, birbirimize güvenme içgüdümüzün ilk insanlara kadar uzandığını biliyoruz. İnsanların cana yakınlığına ve özgeciliğine inanmanın farklı bir düşünce tarzının temelini atabilir, toplumsal alanda gerçekten bir değişikliğe yol açabilir. Bu da “hakikat” dediğimiz şeydir, tıpkı İtalyan gerillaların, İkinci Dünya Savaşında “Hakikat antifaşisttir” bildirileri gibi…
Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi…
Can Yücel’in bu dizesiyle bir filme gitmek istiyorum: Melekler Uyurken. Dört saat uzaklıktaki kasabada çalışan baba, küçük kızının doğum gününe yetişmek için çabalar, ancak aksilikler birbirini takip eder. Arabasına biri çarpar kaçar, yolda polis çevirir ve yorgun olduğu için dinlenmesi gerektiğini söyler, ama adam onları dinlemeyip yola çıkar. Uyku gözlerinden akmaktadır, birine çarpar. Yaralı yolcuyu hastaneye götürmek için arabasına alır, ama yaralının arkadaşı, onu katil olarak yaftalar. O sıra da telefon eden karısının neredesin sorusunu yalanla cevaplar. Yaralının arkadaşı duyunca, adamı doğrudan suçlamaya başlar. Yalan yalanı doğurur… Adam, onu da öldürmek zorunda kalır, her ne kadar istemese de, yaşanan budur…
Bir kez yalan söylediğiniz zaman o yalanı yalanla kapatmak zorunda kalırsınız ve uçunu kaçırmamak için sadece o yalanlar dizisine odaklanmak zorunda kalırsınız. …gene geldik Bachmann’ın “Faşizm iki kişi arasında başlar” sözüne…
Yeni bir insanlık tarihi…
Rutger Bregman’ın “Çoğu İnsan İyidir” kitabı, aslında yalansız, art niyetsiz, önyargısız yaşamanın insanlık için çok daha kolay olduğunu anlatıyor. William Golding’in kurgu “Sineklerin Tanrısı” yerine gerçek bir olaydan yola çıkıp dünya üzerinde birçok toplumda örnekleri ele alan Bregman, “İnsanların iyi olduğunu varsaymak hem gerçekçi hem de devrimci bir eylemdir. Zira başkalarının kötü olduğunu düşündüğümüzde gerek siyasetin gerek ekonominin en kötü yanları ortaya çıkıyor, oysa insanların temelde iyi olduğunu varsaymak, bambaşka seçenekleri mümkün kılıyor” diyor.
1977’de, okuldan kaçarak, balık tutmak üzere küçük bir kayıkla denize açılan ve sürüklenerek kaybolan çocuklarla ilgili bir gazete haberi ile başlıyor araştırmasına Bregman. Çocuklar barış içinde, keyifle ve birbirlerini üzmeden, kırmadan, yadsımadan hatta yargılamadan 15 ay gibi bir süre yaşamışlar. Aralarında kız arkadaşları da bulunan o çocuklar adadan kurtulmasalardı da uzun yıllar orada yaşayıp çoğalsalardı nasıl bir dünya oluştururlardı, merak etmez misiniz? Ben öylesi bir toplumda yaşamayı baştan, koşulsuz kabul ederim.
Bir örnek daha aktarmak gerekirse… Norveç’te açık bir hapishane kurulmuş. Gardiyanların tek silahı konuşmak ve güler yüz göstermek. Demek ki olabiliyormuş. Demek ki insanların çoğu iyiymiş. Önyargıyı öne çıkaran ve “hakikat” olduğunu ileri süren egemen erkin yanılgısını düzeltmenin tek yolunun temas olduğunu ileri sürüyor Bregman.
Yaşamın içerisindeki sosyoekonomik, sosyopolitik, sosyokültürel çeşitli nedenlerle insan hareketliliği yaşanıyor ve dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan tam da bu gerekçelerle birbiriyle savaşıyor, ya da savaştan kaçıyor. Dışarıdan bakanlar (“davulun sesi uzaktan hoş gelir” dendiği gibi) işin kolayını bulduklarından göçmek zorunda kalan bu insanları suçluyor. Oysa artık biliyoruz ki, göçün ve göçmenliğin asıl sorumlusu devletlerdir ve daha da önemlisi her ne kadar gelişmiş olurlarsa olsunlar o devletler yok saydıkları için faşisttir. İnsana bakış açımızı değiştirdiğimizde yeni bir dünyanın kapılarını aralayabiliriz.
“Gönlüne devlet olma” sözü en tam da bu nedenle bir kez daha unutulmamalıdır.
Rıfat Ilgaz, son şiirinde;
Elim birine değsin,
Isıtayım üşüdüyse
Boşagitmesin son sıcaklığım! (19.11.1991)
diyor. Ne dersiniz, haksız mı?
* Sineklerin Tanrısı, William Golding, (Çeviren Mina Urgan)
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006
* Sineklerin Efendisi, yönetmen Peter Brook, 1963
* Sineklerin Tanrısı, yönetmen Harry Hook, 1990
* Melekler Uyurken, yönetmen Benzalo Dangala, 2018
* Çoğu İnsan İyidir, Rutger Bregman (Çeviren Gül Özlen)
Mundi Kitap, 2021
PS:
Yazıyı tamamladıktan sonra, Akbelen’de, jandarmanın seyyar tuvaletleri koruma! altına (aslında gözaltına) aldığı görseller paylaşıldı sosyal medyada. Bunca yazıya gerek yoktu sanki dercesine jandarma alabildiğine ciddi, sıradağlar gibi (hem de robocop giysi ve kalkanlarıyla birlikte) dikiliyor -sırayı bozanlar olmasın diye kontrol de eksik değil üstleri tarafından.
…bitmiyor ki, gözaltında kaybedilenleri arayan (Cumhurbaşkanı da hak vermişti bir zamanlar onlara) Cumartesi İnsanları yine ters kelepçeyle gözaltına alındı, belki aynı saatlerde.
Gönlüne devlet olanlara sesleniyorum: Yok saymak faşizmdir!