Yaşamak için çalışması gerekmeyen, “hali vakti yerinde” bir arkadaşım var.
Gerçi onun durumunu, “hali vakti yerinde” diye tanımlayacak olursam, memleketin gerçek “hali vakti yerinde” olan insanları kendilerini nasıl hissederler, bilemiyorum.
Çünkü bu tanım normal bir ülkede düzenli bir gelire sahip, çocuklarının eğitimine, sosyal, kültürel ve sanatsal faaliyetlere bütçe ayırabilen orta sınıflar için kullanılır.
Yani uzun lafın kısası, arkadaşımın hali vakti, Ataköy’deki yüksek apartmanlardan birinde yaşayan herkese yetecek kadar yerinde!
Arada bir Türkiye’ye geldiğinde memleketin halini gördüğü için çok mutlu oluyor.
“Dış Türklerin” bir bölümünde görülebilen bir sendrom bu.
Türkiye’ye geliyorlar, kısa süre kaldıkları için haberleri filan da izlemiyorlar, sadece belli bir çevrede takılıyorlar ve sonra uçağa biniyorlar, ver elini “evim, evim güzel evim”!
Durumları turist olarak gittikleri Roma’da iki gün geçirdikten sonra İtalyan günlük yaşamı ve kültürü üzerine her türlü bilgiye vakıf olduklarını zanneden insanlara benziyor.
Laf aramızda böyle bir “turist tipi” -ki kendisi eskinin büyük gazetelerinden birinin logosunu kullanan gazeteyi yönetiyor- geçenlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Roma’ya gittikten sonra şunu yazmıştı:
“Pizza/Makarna/Espresso. Başka bir numara yok... Roma bitmiş abi. Bir daha da gitmem Roma’ya.”
“Bitmemiş Roma’ya” ne zaman gitmişti ki Roma’nın bittiğine karar verebilmiş, bu da ayrı bir mesele.
Her yer doluysa işler yolunda mı?
Benim arkadaşım da böyle sayılır. Yaşadığı ülkede Trump’çı. Burada ise hiçbir şeyci gibi görünüyor ama ben kendisine “aslında latan AKP’li” olduğunu söylüyorum, bana inanmıyor.
Bu arkadaşım geçenlerde geldiğinde Bebek Bar-Cozy-Arkestra’dan oluşan bir paket programı tamamladıktan sonra Türkiye’nin her geçen gün daha iyiye gittiğine kani oldu.
“Her yer tıklım tıklım, insanlar eğleniyor, demek ki işler yolunda” diye mutlu oldu.
Ona anlatmaya çalıştım: Türkiye’de 80 milyon kişi yaşıyor. Bu nüfusun 16 milyon kişisi milli gelirin yarısını alıyor ki bu kadar zengin Danimarka’da yok!
Rahmetli Süleyman Demirel ile küçük bir grup gazeteci arkadaşla Çankaya Köşkü’nde yemek yerken Boğaz’ın iki yakasını, gelirden aldıkları paya işaret ederek şakayla karışık “Türkiye Danimarka’sı” diye tanımlamıştı.
“Türkiye Danimarka’sı” lafı dilime ondan miras kaldı.
Türkiye’de gelir dağılımı o kadar adaletsiz ki ülkenin bir yarısı bir eli yağda bir eli balda yaşarken, diğer yarısı bir kuru ekmeğe muhtaç sayılır.
Arkadaşıma da anlatmaya çalıştım ki o lokantaları, barları bu kitle dolduruyor. Zorlu’daki lüks mağazalarda kuyrukta beklemesinin nedeni de bu kişiler. Otomobilin lüksünü de bunlar alıyor. Ve bu kalabalık nüfusun harcamaları, deyim yerindeyse memleket ekonomisinin bir bölümünü ayakta tutuyor.
Artık ne kadar anladı, bilemiyorum.
Son yılların en düşük seviyesi
Belli semtlerdeki belli lokantalar, kulüpler filan rezervasyon kabul edecek sandalye bulamazken toplam yemek harcamasının düştüğüne de ayrıca dikkatinizi çekmek isterim.
Geçtiğimiz mart ayında kredi kartı ve banka kartı ile yapılan yeme-içme işlemi adedi 200 milyon ile son yılların en düşük seviyesine geldi.
İşlem başına 435 lira harcama yapılmış ki bu rakam önceki yıllara göre “rekor” sayılsa da aslında yaşadığımız “lokanta enflasyonunun” bir sonucu.
Yeme içme kaleminde yıllık enflasyonun yüzde 43.38 olarak gerçekleştiğini biliyoruz.
Toplam banka ve kredi kartı harcaması içinde de yeme-içme harcamasının oranında gerileme yaşanıyor.
Sektör temsilcileri, bir yandan enflasyonun yol açtığı fiyat artışları ve diğer yandan aynı sebepten alım gücünün düşmesi nedeniyle dışarıda yeme-içme sıklığımız azalıyor.
Enflasyonist baskılar ve fiyatlama davranışlarının etkisiyle bu düşüşün devam edeceği de tahminler arasında.
İşlem başına ortalamanın 435 lira oluşuna da bakarak bu harcamanın önemli bölümünün eğlence amaçlı olmaktan daha çok karın doyurma amaçlı olduğunu söyleyebiliriz.
Yani Etiler’de ya da genç ve çalışan insanların daha çok tercih ettikleri semtlerdeki lokantaların doluluğuna bakarak “oh ne ala, memleket eğleniyor” demek o kadar da gerçekçi değil.
Zaten geçtiğimiz yılın Kültürel Harcamalar İstatistikleri de gösteriyor ki devletin kültür harcamaları artarken, vatandaşların kültürel harcamaları oransal olarak azalıyor.
48 milyonun parası yok
İstatistiklerin verdiği sevinilecek tek haber, satın alınan kitap sayısında azalma olmaması, küçük de olsa bir artışın görülmesi.
Ancak unutmamak gerekiyor ki o harcamayı da yine nüfusun belli bir bölümü yapabiliyor.
Milli gelirin ancak yüzde 30’unu alabilen 48 milyon kişinin bu işe para ayıracak durumları yok.
Öte yandan iyi lokantalara gidebilecek durumda olanların, kişi başı harcamaların yüksekliğinden şikâyet ettikleri de bir başka gerçek.
Boğaz’daki tanınmış balık lokantalarında tüketilen içki miktarına göre değişmekle beraber içki dahil adam başına harcama 6-7 bin lira civarında.
Bu fiyattan şikâyet etmeden önce taze balık fiyatlarını, lokantanın kirasını, personel maaşlarını, zamanında tüketilmediği için bozulup atılan ürün maliyetini ve hepimiz gibi yaşamak zorunda olan lokanta sahibinin elde etmesi gereken kazancı filan da aklınızdan geçirmenizi öneririm.
Aynı durum her tür lokanta için geçerli.
1 kilo bonfilenin kasapta 1500 lira ve üstüne satıldığı bir ülkede, lokantada bir porsiyon bonfileyi (150 gram civarında) kaça satabilirsiniz?
Geçtiğimiz ay Kos Adası’nda sırf meraktan bir kasaba girdim, 1 kilo bonfile bizim paramızla 450 liraya satılıyordu.
Şeytan dürttü, şuradan bir sığırı bavula doldur, Bodrum’a götür diye!
Sonuç olarak şunu söylemem gerekecek:
Aslına bakarsanız lokantalardaki, barlardaki fiyatlar pahalı değil.
Hepimiz eskisine göre fakirleştik, gerçeğimiz bu.