"Tazminatını isteyen işçi, Çalık Holding korumaları tarafından darp edilerek, dövülerek öldürüldü.”

Haber böyle geldi, “bir süre sonra unutulacak infial” öyle başladı.

“Öldürülen işçi Erol”a dair “fikr-i takip” de sonra koşturdu: Ülkücüydü, sosyal medyada aktif ve sert paylaşımları vardı.

Kimi bu iki haber arasında kaldı, kimi kalmadı. “İktidar yanlısı” olarak medyaya da uzanmış holding vardı, bir de hararetle “iktidar yanlısı” olmuş bir ölü işçi.

Arada kalmayanların çoğu yine “sol”dandı; arada kalanların bir kısmı iktidar karşıtı belki, belki iktidar yanlısı. “Sol”dan “kim olursa, olsun” yorumları, hatta eylem çağrıları geldi. “İktidar” cephesinden ise sessizlik. Hem Rusya-Ukrayna maçı varken, öldürülen bir işçi de neydi!

Bu haberler bize “haberin ötesi”ni anlattı:

1.Holding ya da “sermaye otoritesi” veya “muktedir otoritesi”nin zaten gündelik hayatta çalışanların üstüne basan ayaklarını; manevi şiddetten fiziksel, hatta ölümcül şiddete akan ruhunu.

2.“Muktedir” devlet ve iktidar, “devletin” denen ve aslında “milletin” olması gereken polisle; hak, söz, ses arayan insanların, gençlerin, işçilerin, yürüyüşçülerin üzerine tekme tokat, gaz ve linç, cop ve tacizle yürüyordu; “sermaye otoritesi” de genellikle görünmeyen “maddi manevi şiddet”te buraya varabiliyordu.

3.Bu “muktedirler” devlet güçlerini özel güvenlik güçleri haline getirebiliyor ya da bu “öldürme”deki gibi, özel güvenlik güçlerini devlet gücü olarak kullanabiliyordu.

4.“Devletin” polis ya da jandarması, grevlerde, HES’lerde, gasplarda, talanlarda (Akbelen’de olduğu gibi) özel menfaatleri, iktidar kankası holdingleri veya iktidar kibrini, kinini, nefretini korumak, kollamak için halka çullanıyor; özel güvenlik gücüne dönüştürülüyordu. Özel güvenlik güçleri de özel çıkarları şiddetle koruyabilirken, o “devlet, iktidar, muktedir, sermaye zihniyeti”yle özdeşleşiyordu.

5. Fakat… polis, jandarma ya da özel güvenlik görevlisi… Ne iktidardı, ne muktedir, ne holding sahibi, ne de sermayenin ortağı. Onlar da “çalışan, çalıştırılan”dı; nice yoksulluk, yoksunluk içinden gelmiş, aynı dertlerle debelenip hayatla ancak boğuşabilenlerdi.

6. Yine fakat… Devlet ya da özel güvenlik üniformasıyla, bir “ideolojik” kıyafet de, “görev bu ya” üstlerine geçiriliyordu. Onlar kendi sınıflarının değil, “muktedir” sınıfın uzantısı, copu, tokadı, tekmesi, küfrü, kıyametiydi artık! Karşısındakinin hakkı, özgürlüğü, haklılığı gibi bir mesele olamazdı. Onlar “Güçlü”nün kolluk-kulluk gücüydü ve kendilerini o “güçlü”nün hizmetkârı, daha da ötesi, bizzat kendisi addederek, yerde yatan öğrenciye, linç eder gibi nefret ve şiddet kusarak, karşılarındaki işçiye “patron adına” vurarak, durmadan vurarak kendi sınıfının, kendi haklarının bile düşmanı oluyordu.

"Türkiye’de emek zincirlidir. Grev hakkı, yoktur"
"Türkiye’de emek zincirlidir. Grev hakkı, yoktur"
İçeriği Görüntüle

7. “Sınıfını şaşırmak ve şaşırtmak” bir azınlığın, bir menfaat odağının, sermaye ya da “adaletsizlik” iktidarlarının en önemli becerisi, gücü, dayanağı, sihriydi zaten. Yoksulu yoksula, ezileni ezilene, acıları acılara düşman etmek… Bunun için dini, milliyeti, ırkı, devleti şişirerek, onlara bir üniforma gibi giydirmek, tarihi birkaç ezbere; vicdanı, sürüleştiren inançlara ve kulluklara bağlamak, insanı insanlıktan çıkarıp en çok da kendine benzeyenlere düşman edebilmek yani!

8. Bir işçinin “faşizanlaşabilmesi” ve etnik, dini, ideolojik nefretle, başkalarının acılarına bile düşman haline getirilmesi, muktedirlerin sermaye veya iktidar otoritesinin vitamini, ilacıydı mesela.

9. İşçi Erol da o güne kadar, hem böyle kendisine benzeyen nicelerine “kendisine benzemedikleri” gerekçesiyle düşman olmuştu belki de. Kendisini de ezen bir düzene karşı değil, “kendisi gibi olmadığını” düşündüğü; devlet, din, milliyet şablonlarına uymayanlara nefretle. Ama bir yandan da haksızlığa uğrayan, hakkını almak isteyen bir işçiydi yine. İkincisi sınıfı; ilki ise sınıfını unutturan bir “sadakat-nefret” meselesiydi. “Kendinden, kendiliğinden sınıf üyesi” ama “kendisi için sınıf bilinci”nden uzak!

Haksızlığa uğrayan bir işçi olarak, yalnızlığını, başkalarının düşüncesi, dünyası, fikri, milliyeti, inancı, dünyasına nefret ve saldırıyla bastırmıştı muhtemelen. Esasen kendisini de ezen “muktedirler”le birlikte.

11. Bir mesele de bu işte: O yalnızlığı yok edebildiğiniz sürece, sınıf bilinci bir şekilde oluştuğu zaman, dini, milliyeti filan ne olursa olsun, “acılar ve ezilenler, haksızlığa uğrayanlar” bir diğerini bulabildiğinde; muktedirin gücü eriyebilirdi ancak.

12. Ezilen bir işçi evinde, ailesinde ya da sokakta kadınların, çocukların, hayvanların ezilmesine; itirazı olan işçinin, öğrencinin, muhalifin, LGBTİ+ kişilerin hoyratlığa, şiddete maruz kalmasına onay hatta el verdiğinde, kendisine de vuran “haksızlık ve adaletsizlik” onun katılımıyla, kanıyla, canıyla, hayatıyla, varlığıyla beslenip şişiyordu.

13. Yıllarca ordu ve polis içindeki “manevi-maddi şiddet”i, “ast”ın nasıl “alt, aşağı” görüldüğünü yazarken, ana fikrim şuydu: Seni ezenler, aşağı, aşağılık görenlerin en büyük gıdası; senin de hayatta, ülkede, dünyada, mesleğinde başkalarını aşağı, aşağılık görmeye yatkınlığın. O insanlık dışı şiddetin ana gıdası, senin de insanlık dışı bir nefretle donanman. Ezilmişliğinin, öfkenin, tepkinin kaynağı ve hedefini şaşırman.

14. O yüzden “üniformalı proleterya”ya söylemek istediğim şuydu: “Hizmetkarı” olduğunuz devlet ve kurumlar sizin uyguladığınız haksız şiddeti, öznesi olduğunuz haksızlıkları kollayabilirken, sizin insan haklarınızı, özlük haklarınızı korumak, kollamak bir yana, çiğner, ezer geçiyor. O insanı insanlıktan çıkaran manevi-maddi şiddeti yok edebilmenin, ona karşı durabilmenin yolu, senin bu şiddet ve haksızlık silsilesinin içinden tek tek ve topluca çıkabilmen. Yani “sıralı otorite ve şiddet” zincirinin vicdansızlık halkalarını bir yerde koparabilmen! Tek tek zorsa, dayanışmayla, mücadeleyle, taleplerle mesela. Ama öncelikle. Seni ezene, bir başkasını ezen sen olarak benzemeyerek!

15. “Ülkücü” ve işçi Erol’u ölüme götüren silsile böyle bir şey. Parmağını bozkurt yapmış; ne o kırmayı düşünmüş o zincirleri ne onu ölüme fırlatan, “kendisi gibi” üç kuruş maaşa, ücrete, işsizlik ve geçim korkusuna teslim olurken, “büyük menfaat korumalığı”yla aklını, vicdanını kaybedenler.

16. “Sol ve muhalif siyaset” bunu tersine çevirebilmek için olmalı. Kendisini de böyle “otoriter” ve ayrımcı zincirler ve silsilelerle zehirlemeden. Acılarını, ezilenlerin, birbirinden farklı olduğu söylenenlerin aynı-benzer adaletsizliklerin kurbanları olduklarını bıkmadan usanmadan ifade ederek, bunun için mücadele ederek. İşçi Erol’un ne korumalara ne kendisine anlatabildiği bu hakikati, her türlü haksızlığın karşısına “ortakça” dikebilmek üzere!

O yüzden, “Aaa o da ülkücüymüş, faşizanmış” demeden onun maruz kaldığı ölümcül haksızlık ve şiddetin karşısına çıkabilenler, doğru anlamış ve anlatmaya çalışmış oluyor zaten!