Çok şey değişti yaşamımızda.

İnsan hakları varmış, öğrendik. Hayvan hakları da… Demokrasi önemliymiş, ama “demokrasi” her zaman demokrat olmazmış… Tabii, ‘bütün renkler aynıymış da birincilik yine beyazınmış’… “Beyazıt’ta şehit düşen silkinip kalkamazmış kabrinden”… Maraş’tan Sivas’a, Çorum’dan İstanbul’a, birçok kentte onlarca ‘şehit’ birbiri üzerine düşünce, dizelerdeki kadar kolay değilmiş ‘silkinip kalkmak’. Bunlara bir de darağaçlarında, ‘asmayalım da besleyeyim mi’ diye sallandırılanları eklemek gerek. “Devlet dersinde” sınıfta kalanların, sözlüye kalkanların kimler olduğunu söylemeden evvel ‘çevre’nin de insan emeği kadar yüce, değerli ve en az onun kadar korunup kollanması gerektiğini öğrendik. Başarabildik mi, şimdilik şüpheli…  “Çocuklarımız şeker de yiyebilsinler” demiştin ya… En çok gaz yiyorlar, göz yaşartıcı bombalar altında “safları sıklaştırıyorlar” çakalların ulumasına rağmen. “Şiirimiz her işi yapar abiler” diye biliyorduk ya; her işi devletler, tanrıların emri, siyasetin, paranın ve duanın kavliyle yapıyor. Bak, bunu iyi öğrendik; yetmez deyip çocuklarımıza da öğrettik. ‘Oportünizm’ denirdi o zaman, şimdi alabildiğine yaygınlaştı; okullara ders niyetine girdi diyebiliriz. Kına mı yakmalı, ne.

Aşklarımız da değişti yaşamımızda.

Kimseye artık yaşı, bilgisi, aklı dolayısıyla değer verilmiyor; varsa yoksa para. Gençler arasında daha yaygın ya, aşkları da para belirliyor. “Paran kadar konuş” argo olmaktan çıktı nicedir. Konuştuklarımızdan çok sustuklarımıza kulak vermeyi önermiştin ya başaramadık, bağışla. Sen ‘sustuklarında saklı, gizlediklerinde gizliyken’ biz en çok da feryat ettik vara yoğa… Yalancı çoban misali kimse oralı olmuyor artık. Çok şey biliyoruz, tıpkı bir şiirinde dediğin gibi: “bilirim aynı ırmakta yıkanılmaz bir kere bile / bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremeyeceksin / bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden alabildiğine kısa / bilirim benden önce duyulmuş bu keder”… Sahi, o kadar kısa ömrümüzde sadece o kadar severmişiz gökyüzünü, ağaçları, yolları, güneşi, denizi, bulutları, yağmuru severmişiz senin dizelerince, dizelerin kadar. Sen aynı şiirinde “kıvılcımları” da sevdiğini, trenin çıkardığı kıvılcımlardan el alarak, söylüyorsun ya… biz ondan korkuyoruz, sev(e)medik bir türlü kıvılcımı. “Sen yanmasan, ben yanmasam, biz yanmasak” çıkmazdı karanlıklar aydınlığa ya… o kıvılcımdı kocaman yangınları körükleyecek. “Korkmak da sevdaya dâhil” diye bozduğumuz dizenin sahibini de rahatsız etmekten gocunmadık doğanın kucağında yatarken. (Sahi şimdi siz bir aradasınızdır, karşılıklı kim bilir ne dizeler uçuşturuyorsunuzdur.)

Çok şey öğrendik.

Daha öğreneceklerimizden başka… “Havva anan dünkü çocuk sayılır” diyordu ya şair, Anadolu’yu anlatırken… Gördük ve kabul ettik ki tarihin başından bu yana kadim halkları varmış bu toprakların. Kimi kaybolmuş, kimini biz kaybetmişiz, kimi de el sallıyor uzaktan, ‘sakın unutmayın’ diye. Neler çekmiş halklarımız, birlikte, beraberce. Karşı karşıya kaldıkları da olmuş, omuz omuza güç topladıkları da… Bize hep kendi kitaplarındaki bilgileri öğrettikleri için, sormaya asla izin vermedikleri ve bizim de buna boyun eğdiğimiz için yeni yeni öğreniyoruz. Dağlarda ‘kart kurt’ sesi çıkaran dağlı(!)lardan, küçümseme -hadi doğruyu söyleyelim- küfür anlamına gelen sözcüklerle andıklarımıza kadar kalabalık ve güçlü bir geçmişimiz varmış. Ah! o kaybolmayanlar da, tarihin karanlıklarına ittiklerimiz de olsaydı keşke. Barış içinde bir arada yaşamanın keyfine varabilseydik.

Sloganlar bitti.

En çok da senin şiirlerinde yaşadık o duyguyu. Ağzındaki emziği çıkarmamış çocuk bile senin slogan olmuş şiirlerinle büyüdü. Her söze bir dizemiz vardı, yoğun çalışıp çok üretmiştin (bu arada, çalışma deyince… dört duvar arasına kapattıklarından olsa gerek, sıkıntıların çok olsa da üretecek o ‘boş’ zamanı verdiler sana, istemeseler de). Aralarından hep slogan olanları ezberledik. Zaman geçti, nasıl olduğunu anlayamasak da… çok şey değişti, dünyada da bizdeki gibi. Aşk şiirlerini -laf aramızda en güzelleri de onlar- öğrendik. Kimi zaman biz bilemedik ya, seni senin adına senden çok savunanlar, kurdukları vakıfta günlerini gün edenler de bilemedi.

Çok şey var değişecek.

Daha çok şeyin değişmesi gerekir. Her gün yeni bir şey getirip bırakıyorlar ülkemize. Her gün yeni bir şeyi değiştiriyorlar. Sana en çok yakıştırdığım şairin dediği gibi “Bağımsızlığa yer kalmadı ülkemizde” artık. Dün Taksim’i işçilere kapatacağız diye sıkıyönetim uygulayıp insanları evlerine hapsedenler, ardından kadın cinayetlerini protesto bile edemediler. Öyle ki polislerin koruması gereken kadınlar öldürüldüğü için, başkaları da öldürülmesin diye toplanan kadınları yine polis engelledi; kimse de ‘yahu, cinayetleri engelleseydiniz, bunlar da sokağa çıkmazdı’ demedi. Reyhanlı’da bomba patladı, Hükümet haberlere yayın yasağı koydu. (Biliyor musun, cep telefonları var artık, herkes her yerden iletişim kurabiliyor, hatta dünya ile bağlantılı olarak ortaklaşa eylem bile yapıyor; örneği çok) Engelleyebildi mi haberin yayılmasını? Tabii ki hayır! Bir de bilgisayar, internet ile birlikte hacker girdi yaşamımıza. Redhack adlı bir grup var; yanlış yapanın tepesine binip hemen ifşa ediyor, herkes öğreniyor yapılan yolsuzlukları, soysuzlukları. Sahi, orada da vardır muhakkak ve bura ile bağlantı kurmuşsunuzdur, bilirim durmazsınız. Yoksa, yoksa hâlâ fincanın oynamasını bekleyen ruh çağıran insanlarla mı iletişim kuruyorsunuz? Çok merak ettim, sahi, söyler misin?

Sevgili Nâzım Hikmet,

“Konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki…” dizelerini benim için yazdığını fısıldamıştın ya kulağıma. Burada kimseye inandıramadım, gülüp geçti arkadaşlarım. Ama inan ki ben hâlâ senin o fısıldadığın dizelerdeki gibi yaşıyorum.

Aklıma gelmişken, hemen söyleyeyim: Senin -büyüklüğünün de katkısıyla- iki adını birden söylemeyi öğrenmiştik. Şimdiki gençler sadece Nâzım diyorlar. Yadırgıyor olsam da hoşuma gidiyor, seni içselleştirdiklerinin göstergesidir diye düşünüyorum. Zaman zaman ben de sadece Nâzım demek için çaba harcıyorum, ama olmuyor, olamıyor. Alışmışlık kötü besbelli. Değiştirmek gerek bunları da. Bin yıl sonra kim bilir neler diyecekler? Sahi, merak etmiyor musun? Ben çok ediyorum da…

Sevgili Nâzım Hikmet,

1993 yılıydı, biliyorsun; o zaman BRT’de (Boğaziçi Radyo Televizyonu) program yapıyordum. Hep kültür sanat programları yaptım. Ne aklım yattı ne becerebildim diğerlerini (Evet, daha önce konuşmuştuk, tam da o nedenle yaşam koşullarım bir türlü düzelmedi). 15 Ocak günü, senin doğum gününle aynı gün, -Türkiye’de, seni konu alan bir programda ilk defa senin hareketli görüntülerin ve kendi sesinin de yer aldığı- “İstanbul Sayfaları” adlı programımın yayını vardı. Atatürk Kültür Merkezi kapanmamıştı daha; orada bir anma programı düzenlenmişti ve senin görüntülerinin de yer alacağını duyurdular. Nasıl gönendim, nasıl sevindim. Eve taksiyle döndüm, yetişemez de izleyemezsem diye korkmuştum. Boğaziçi Köprüsünün üstünde, gün kararmış, ışıklar yanmış, insanlar evlerine çekilmişlerdi… Seninle yine konuşmuş, mutluluktan ne diyeceğimi bilememiştim; hatırlarsın. Eve girmedin niyeyse. Yalnız izledim programımı. Sonra Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin Yılın Televizyon Programı’na yollamamı istedin. Kazandığımda birer yudum şarapla kutlamıştık.

Sevgili Nâzım Hikmet,

Adını dillerinden düşürmeyenler, senin üzerinden (deyim yerindeyse) rant elde edenler, o programı yapmamı istemediler nedense. Sonra da unutkanlığa vurup duymazdan geldiler. Doğrudan yetkili Hıfzı Topuz, Hilmi Yavuz, İskender Salgırlı, Altan Aşar, Atilla Birkiye ile epey bir tartıştım. Korku dağları bekliyordu ve sen hâlâ yasaklıydın. TRT’de Ferruh Doğan’ın o güzelim ‘Çoğalan Nâzım’ karikatürünü sansürlemişlerdi. Ama çok şey değişmiş olmalıydı, yasakların yasaklanması gerekirdi. Aynı görüntüleri biraz farklı montajlayarak Mehmet Ali Birant, bir ay sonra benzer bir şekilde seni andı. Sahi, orada bir aradaysanız, benden selam söyle, tanışmıyor olsak bile, seni aynı duygularla anmayı düşünen iki televizyoncu olarak ortak yanımız var.

Sevgili Nâzım Hikmet,

Sözünü kestim. Bir şey mi diyecektin? 1 Mayıs’ta yürüyüş mü yaptınız! Sahi mi? Biz burada göz yaşartıcı bomba ve polis panzerlerini aşamadık; sizin orada da var mı engellemek isteyenler? Zebellalar mı, yoksa buraların ‘muktedirleri’ orada da subaşını tutmuşlar mı?

Tabii, ya… Nasıl unutulur, Gezi direnişi var (her ne kadar bu satırları yazdıktan sonra olduysa da araya, televizyoncu deyişiyle insert girmeli. Umut, sahi umudu, coşkuyu, heyecanı, en çok da aşkı canlı tuttu Gezi. Barışı bir de, sevgiyi…

Herkese çok selam söyle… Yakında biz de geliriz yanınıza. O zaman daha uzun konuşuruz. Hoş kalın.

* Sevgili Alâettin Bahçekapılı, Nâzım Hikmet’in 50. ölüm yıldönümünde, kendisine yazılan birer mektup istedi birçoğumuzdan. Ben 13 Mayıs 2013 tarihinde yazmışım; ardından Gezi Direnişi olunca, iki satır ekledim yayınlanmadan önce…
(Nâzım Sen Gittin Gideli, 50. Ölüm yıldönümünde Nâzım Hikmet’e mektuplar, 2014, BRT Yayınları)

Bugün, hem Nâzım Hikmet’in (ve kuşkusuz Orhan Kemal, Ahmed Arif ile birlikte) hem de Gezi Direnişinin yıldönümünde, Taksim yine polis ablukasında. “Korkuyorlar kartal kanatlı kanaryam” diyordu ya Nâzım, bir kez daha gözümüze soktular korktuklarını, hem de çok korktuklarını…

Siz gideceksiniz, Gezi kalacak!